Kenarda boynu bükük bekleyen Canali’nin yüzü utancından al al olmuştu. Kendini zorlayarak:
“Ben de üç oğlum olursa Doğan Bey, Atmaca Nuri, Boğa Hasan isimlerini koyacağım. Hattâ beş olursa birine Yıldırım, diğerine de Timur adlarını vereceğim inşallah. Hepsinin yüreğimde ayrı bir yeri, değeri ve unutulmaz hâtıraları var.”
Bu içten açıklamalar herkesi bir hayli etkilemişti. Köylüler genç esirleri daha yakinen görmek için âdeta birbirinin üstüne çıkıyordu. Hasretlik de, merak de, ne dersen de…
Birçok yaşıtı Mahperi’yi büyük bir odaya almış, yün minderlere oturtmuşlar, çevresinde mumlar ve meşaleler yakarak seyrediyor, durmadan soru soruyorlardı. O ise aşırı yorgunluktan doğru dürüst cevap veremiyor mahzun susuyordu.
“Niçin Mahperi öyle uslu uslu duruyor?”
“Kolay mı? Kim bilir ne musibetler yaşadı!”
“Neden birden fırlayıp bu kızların boynuna sarılmaz?”
“Görüyorsun çok bitkin.”
“Ne olursa olsun. Onun için can atan arkadaşlarının yanaklarına bir buse kondurmalıydı.”
“O günlerde gelir.”
“Sıkıştı... Yanımızda olmaktan zorlanıyor garibim!”
“Bugünlere kavuştuk ya!”
Artık esaret de, hasretlik de bitmişti. Herkes bir âlemdi o akşam vakti. Sorular, cevaplar, sevinç, gözyaşı birbirine karışmıştı. Durumu heyecanla takip eden Doğan Bey, tereddüt etmeden arkadaşlarını yanına çağırdı.
“Bu mutluluğu bize yaşattığı için Rabbimize binlerce hamdolsun. Hedef Bursa canlarım. Haydi, vaktimiz çok kıymetli.”
“Peki Beyim” diyen akıncılar, atlarına atladıkları gibi beklemeden kızıl köpükler bırakarak akan sulara daldılar. Çılgınca akan çayda sürüklenmeden karşı kıyıya çıkmaları bir anda oldu. İşleri çok mühim, yol ise uzundu. Kutsal emanetlerini teslim ettikten sonra hafifleyen üç akıncı, deli gibi at koşturuyordu hem de aç, susuz, uykusuz ve oldukça yorgun olarak.
Gözü tok bu fedakâr yiğitlerin amansız gidişini ancak Canali ile Mahperi anlamıştı.
Herkes kendi âleminde haklı olsa bile mesele; ehemi, mühime tercih etme meselesiydi. Akıllar Bursa’da dur, durak bilmeden dörtnala at koştururken koyu yeşil, boy boy ağaçlar, geçici çizgi fırtınası gibi görünüyordu. Yek ahenk bir rüzgâr, kulaklarında vızıldıyor, tarifsiz bir kuvvetin üstünde uçuyor gibiydiler. Pek çabuk yaklaşan uzaklara tek tek geride bırakılırken, cins atların sırtında her daim duydukları şeyleri yeniden hissediyorlardı.
“Âh! İki, üç hafta önce çıkabilseydik. Âh, o pislikler önümüzü kesmeselerdi ve zaman kaybetmeseydik! Âh! Âh!” diye kendi kendine konuşan Doğan Bey, zamanında Bursa’ya yetişmek için atını kırbaçlarken bir taraftan da şansızlığına üzülüyordu. Geçtikleri tarlalar, bağ ve bahçeler baştan başa boştu. Lacivert semanın öbek öbek bulutları, beyaz ve kocaman pamuk yığınları hâlinde sanki yerlerinde hareketsiz, sabit duruyor gibiydi. Atı biraz yavaşlayınca kilitlendiği Bursa hayalinden uyanmamak için tekrar kamçıladı. Dörtnala giden hayvan daha çılgın, daha delicesine hareketlendi. Artık iyice azıtmıştı. Kütüklerin, hendeklerin, derelerin üstünden atlıyordu. Tarlalardan kalkan toprak, çamur ve taş parçaları etrafa, bazen de üstlerine sıçrıyor, çevreyi toza toprağa boğuyordu.
“İş işten geçmeden bir yetişebilseydim âh!” diyor, başka bir şey demiyordu. Bu ne yüce dertti böyle ulu Allah’ım!… DEVAMI YARIN