İçimden “Ne söylüyorlar, nereden ve kimden bahsediyorlar acaba?” diye düşünürken hiç de hayal edemeyeceğimiz bir memleketin ismi geçiyordu satır aralarında. Tribün, bilardo salonu gibi daha “erkeksi” yerlerde ve iş yerinde isminin geçmesi, kulağın arkasına iliştirilmiş bir gül gibi tabu sayılıyormuş. Duyduklarımdan dolayı merakım da iyice had safhaya yükselmişti. Bu durumda onlardan geri kalmamalıydım severek iştirak edecektim. Merak bu ya… Zaten başımıza gelen birçok sıkıntı da bu aşırı merakımızdan kaynaklanmıyor muydu?
El gibi bakma!
Sana meftun gönlümü yakma!
Hani soran gözlerle,
Kalbimi kıran sözlerle,
Bakıyorsun ya...
Yapma işte,
Bakma öyle.
Üzülürsün bu gidişte!
Zemheri ayazını düşürüp göz bebeklerine,
Yazık olmasın sonra emeklerine.
Boş yere seven kalbi yorma!
Sebebini de bana sorma!
Nasıl sızlatır bilirim,
Sen istemesen de yine gelirim.
Sevdası düşmüşse bir kez,
Bekletmeden söyle tez.
El gibi bakma,
Ne bu telaş ne bu naz?
Sevenleri ateşe atıp yakma!
Nasıl acıtır canını?
Damardan çekerler kanını!
El yerine konulmak…
Canlı canlı tavuk gibi yolunmak,
Olacak şey değil,
Ne kadar eğilirsen eğil.
Heyyy Sen!
Sevdası başta esen,
Dizlerime vurdurma beni,
Verdiğin sözler nerde, hani?
Uzun uzun sözlerle,
Durup durup
Bakma soran gözlerle.
Anlayıver işte,
Diyorum ya bu gidişte;
Her seferinde elim yüreğimde,
Sen benimmm;
En KIYMETLİM…
Daha ne diyeyim?
Abant dönüşü gece geç saatlerde bir külçe gibi hânemize düşüvermiş, ertesi günü kahvaltı yapmadan işe gitmiştik. Eski hesabımıza göre keyifli bir hafta sonundan sonra yeniden işbaşı yapmak kolay değildi. Bize kolay gelmese de işveren meseleye öyle bakmıyordu elbette.
Pazartesi herkese sahte gülücükler dağıtarak masamın başına geçerken yorgun olduğum her hâlimden belliydi. “Pazartesi sendromu” dedikleri işten, çalışmaktan korkma ruhî bunalımdan ziyade, bedenî yorgunluk üzerine bir de uykuyu tam alamamak insanı sarsıyordu. İşte böyle bir hâlet-i ruhiye ile ve bir de bunun üzerine sisli, puslu havaların yaydığı negatif elektriği yüklenmişiz. Bilgisayarın monitöründen sızan radyasyonla vals yapan biri olarak iş yapma mecburiyeti hiç de çekilecek gibi değildi. O gün, mesai arkadaşlarımızı üzüp kırmadan akşam edişimize şükretmiştim defalarca…
İş dönüşü eve girdiğimde fark ettim, sanki içeriye acemi bir hırsız girmiş de saklı altınları bulmak için her tarafı darmadağınık etmişti. “Anneciğim görmesin! Sonra nasıl kurtulurum dilinden?” dedim, gayriihtiyari alelacele evi toparladım. Tanju geldiğinde akşam yemeğimizi en yakın bir yerde yer, erkenden yatarız diye plan kuruyordum ki arkadaşlarımızın süslü hediye paketi gözüme ilişti. Hemen aldım açtım. Yukarıdaki şiir usta bir kaligrafiyle yazdırılmış, çok şık da çerçeve içine yerleştirilmişti. Salonun duvarlarında onu asabileceğimiz bir yer ararken Tanju da geldi. O benden daha beterdi. Ayakta duracak hâli yoktu. “Böyle tatil mi olurmuş işkence çektik…” dedi, odasına geçti. DEVAMI YARIN