Düşündükçe ağustos ayında kışı yaşamanın ne demek olduğunu; tuzu kuru olanlara anlatamayacağımı görüyordum...
Ağladığımı kimseye söyleme gece,
Onlar beni ağlamaz sanıyor fikrince.
Hatıramdaki resimler inceden ince,
Neye yarar gözyaşımla silmeyince…
Zayıflığımı kimseye söyleme gece,
Onlar beni sanıyor çözülmez bilmece.
Har vurup harman savuruyorlar gönlünce.
Kâr ve zararın hesabını bilmeyince…
Yalvardığımı kimseye söyleme gece,
Onlar beni boş vermiş sanıyor hemice…
Meçhule mektup yazıyorum acemice,
Oturup ağlıyorum cevap gelmeyince.
Dertlendiğimi kimseye söyleme gece,
Onlar beni başım öne eğik görünce.
Hep orada burada söyleşip gülünce,
Benimse ağlamam biter Tanju'm gelince!
Dertlerimi kimseye söylemesin HOCA,
Kara toprağa koyarlar boylu boyunca!
Sual melekleri gelip sual sorunca,
Açılır goncalar, cevap doğru olunca.
***
KÂBUSU YAŞADIM!..
Kelimelerle muharebe yapmıyordum, sadece içimde biriktirdiğim ve altından kalkamadığım acıları haykırıyordum dilim döndüğünce. Haykırıyordum avazım çıktığı kadar yalnızlığı, aldatılmışlığı, çok itimat edip teslim olduğum “dostum” dediklerim tarafından arkamdan hançerlendiğimi, karanlık korku dolu gecelerde gözyaşları döktüğümü ve çaresizliğimi…
Şöyle oturup düşündükçe ağustos ayında kışı yaşamanın ne demek olduğunu; tuzu kuru olanlara anlatamayacağımı görüyor, hepten dünyadan ve içindekilerden nefret ediyordum.
Kızgın yaz ortasında ısınmayan evim geliyor aklıma, vuruyordum başımı tahtalara. Sağlam diye yaslandığım duvarlar birer birer üzerime yıkılıyor.
Başıma ne dertler açtı bir düşüncesiz hareketim, daha da neler beni bekliyordu meçhulümdü. Bunca kibir abidesi insanların kanlı et parçası yüreklerini kedilere köpeklere pay ediyorum, onlar bile tiksiniyor, ya ben ne yapacaktım? Boş laflar ve beş para etmez şeyler karın doyurmuyordu. Benim olsaydı da tek bir kuru ekmeğim olsaydı, yemeğe doyamazdım herhâlde! “Kuru dediğimiz ekmek, aslında mesut ve bahtiyar sofralarda; bal, börek…” demek değil miydi?
Nice hislerle gecenin ortasında evin yakınında bekleyen boş bir taksiyi gördüm, bindiğim gibi doğru Toprak’ın evine geldim. Taksi ücretini ödedim ve bir ricada bulundum. “On beş, yirmi dakika sabret. Dönüş ücretine, beklemeyi de dâhil edersiniz…” dedim, kapı ziline bastım. “Peki Abla. Ben şöyle kenarda istirahat ederim. Çıkar çıkmaz da gelirim…” dedi, müsait bir yere doğru sürdü arabasını taksici.
Fazla beklemeden kapı açıldı. Kendi evime giriyormuşum gibi hiç tereddüt etmeden hızla merdivenleri tırmandım. Toprak’ın babasından kalma eski, iki katlı bir evdi burası. Evlenmeden önce arkadaşlarla sık sık gelirdik, yabancı sayılmazdım, bildiğim bir yerdi. Ne partiler verilmiş, ne rezaletlikler yaşanmıştı. Hatırladıkça kusacağım geliyor.
DEVAMI YARIN