Zümrütten kocaman bir bahçe, konağın etrafını süslüyordu. Hafiften esen rüzgâr, yanık kalbimize serinlik veriyor, ferahlandırıyordu.
Bunca zaman ayrı kaldıktan sonra yan yana yürümek heyecanlandırıyordu da... Akasyalar, manolyalar, zakkumlar, muhtelif büyüklükte çınarlar, ardıçlar, çamlar, meşeler, kestaneler, incirler… hülâsa; zümrütten kocaman bir bahçe, konağın etrafını süslüyordu. Hafiften esen rüzgâr, yanık kalbimize serinlik veriyor, ferahlandırıyordu.
Yorgunluk, telaş, geç kalma korkusu aklımıza gelmiyordu. Sanki zaman durmuş, acemi çifte muzipçe göz kırpıp köşe bucak gülümsüyordu. Çimenler ve yürüyüş yolları, yağmurlama sulandığından olsa gerek, ıslaktı. Rüzgârın getirdiği yosun, rutubet, toprak, su, ıhlamur, reçine, gül, yasemin kokularıyla insan mest oluyordu. Doğup büyüdüğüm evde gördüğüm her şey gibi bu kokular da bana yabancı değildi. Bahçeyi ihata edip ikiye bölen çimenliklere yakın kümes hayvanlarını görünce daha bir sevindim. Oldum olası hayvanlara karşı ayrı bir muhabbetim vardı. Hele civcivler, tavşanlar yok mu? Günün her saatinde onlarla meşgul olsaydım yorgunluk hissetmezdim. “Tanju’nun işi. O, açıklarımı bildiği kadar zaaflarımı da biliyor… boşuna bu kümesi yaptırmamış...” dedim, görmezlikten geldim…
Ağaçlıkların kış ve yaz alabileceği güzellikleri düşündüm. Her köşe bucağına değmiş uzman elinin izleri rahat görünüyordu. Çimenler, çiçeklikler, şekil verilmiş süs ağaçları ne kadar hoştu. Bakımlı bir ormandaymış gibiydim. Kafa yorulup el değmemiş bir köşe yoktu. Daha fazla dayanamadım:
- Burası mesut zamanlardan, taptaze kalmış bir yalancı Cennet’in hayaline benziyor. Sanki tarih denen fırtınanın rüzgârı, bu ağaçların arasından, muazzam binanın üstünden hiç esmemiş. Pek büyüleyici! Rüyalar âlemindeymiş gibiyim.
- Abartma Jale! Hakikaten doğru söyle, burayı nasıl buldun?
- Dedim ya “yalancı Cennet…”
***
Ne de güzel bahçeler, doktorun mu, senin mi?
Müsebbibi kimlermiş, yoksa hesap derin mi?
Akşam güneşi, bulunduğumuz yerin üzerine kocaman bir ateş küre gibi çökmüştü. Dışarı yanıyordu cayır cayır. Kaldığımız evden çıktıktan sonra yol boyunca gördüklerimle burayı mukayese etmeden duramadım. Siyahla beyazın, güzelle çirkinin farkı gibiydi. Gonca iken solmuş gelin güvey otları, kuşekmekleri, çoban çantaları, koyungözleri bulundukları yerde hırpalanmış, öylece kuruyup kalmışlardı. Koca koca ağaçların yaprakları pörsümüş, sonbaharı yaşayan çalılara dönmüştü. Sokak ve caddeleri dolduran insanlar, sığınacak bir gölge, girecek bir kapı arıyordu. Kargalar, serçeler, hatta martılar bile ateşler içinde yanan beton yığınlarından uzak duruyor, saklanabilecekleri emin bir yer bulamıyorlardı.
İstanbul âdeta kavruluyordu bu sıcakta ama yanmayan bir yer vardı, orası da geldiğimiz bu muazzam konaktı. Bura, âdeta kızgın çöl ortasında müstesna bir vaha görünümündeydi.
DEVAMI YARIN