1991 yılıydı.
Hâlâ var mı bilmiyorum, o zamanlar istediğin saatte uyandırsınlar diye, gidemediğin düğüne telgraf götürsünler diye PTT’nin bir sesli mesaj servisi vardı.
Ali İhsan, bir akşamüstü, yanında çalışan bir elemanının düğününe telgraf göndermek için sesli mesaj servisini aradı.
Görevli hanım, Ali İhsan’ın telefon numarasını aldı ve birkaç dakikaya kadar geri arayacaklarını söyledi.
Dakika bile geçmeden telefon çaldı.
- İyi akşamlar, Fonotel’den arıyorum.
- Tamam… Mesajım şöyle: “Sevgili…
- Hayır beyefendi, önce alıcı ismi, sonra mesajın teslim saati, sonra adres, sonra mesaj…
- Peki…
* * *
Böyle başlamıştı.
Küçükayasofya’daki matbaanın sahibi olan iki kardeşten küçüğü Ali İhsan, ihalesini aldıkları ders kitaplarının basımı sebebiyle geç saatlere kadar matbaadaki ofisinde kalıyordu.
O günlerde, yeni öğrendiği sesli mesaj sistemini sıkça kullanmaya başlamıştı. Vefat, nişan, düğün, sünnet… hatta bazen kendisini uyandırmaları için de kayıt veriyordu.
Bir gün dikkatini çekti; kayıt verirken başkası çıksa da dönüş aramasında hep aynı hanımın sesini duyuyordu.
Ve o ses bir gün şöyle sordu:
- Aslında abonelerimizle kayıt dışı konuşmamız yasak ama bir şey soracaktım. Siz seslendirme sanatçısı mısınız Ali İhsan Bey?
- Ah keşke, diye güldü Ali İhsan, matbaacıyım.
- Sanki Kadir İnanır’ı seslendiriyormuşsunuz gibi hissediyorum her defasında.
- Bu bir iltifat sanırım, teşekkür ederim.
- Rica ederim Ali İhsan Bey, hissettiğim bu.
- Adımı biliyorsunuz.
Güldü hanım:
- Adınızı unutmak ne mümkün? Her uyandırma kaydında, her telgraf notunda veriyorsunuz çünkü…
- A, doğru ya…
* * *
İlerleyen günlerde kadın kendi ismini ve dâhili numarasını verdi Ali İhsan’a…
Ve artık telgraf için de uyandırma için de direkt kendisini aramasını söyledi.
- Tamam, dedi matbaa patronu, siz benim telefonumu zaten biliyorsunuz. İstediğiniz zaman arayabilirsiniz. Ağabeyim Ali Hasan çıkarsa beni isteyebilirsiniz. Arkadaşım gibidir, problem olmaz.
* * *
Kaçınılmaz buluşma günü geldiğinde olanlar oldu.
- Nerede buluşmamızı istersin, diye sordu Ali İhsan.
- Beşte çıkıyorum, yürüme mesafesinde ve güzel bir mekân söylüyorum şimdi sana. İkimize de yakın. Topkapı Sarayının içinde bir kafe var, bilir misin?
- Süper! Çok gittim. Hem kafeye, hem biraz üstündeki restorana… Misafirlerimi genellikle oraya götürürüm. Yemekler güzel, manzara muhteşem.
- Aynen, Adalar’dan tut, Kız Kulesi, Boğaz Köprüsü… Dünyanın en güzel panoraması olabilir.
Eh, kadın olur da detaycı olmaz mı? Hemen iğneyi batırdı Aylin:
- Götürdüğün misafirler kadın değildir umarım.
- Asla… Genellikle müşteriler. Neyse, anlaştık, beş buçuk diyelim mi?
- Mutabıkız efendim.
- Nasıl tanıyacağız birbirimizi?
- A, doğru ya… O kadar alıştık ki birbirimize, tanıma meselesi hiç aklıma gelmedi.
Aylin pozisyonunun (kulaklığın PTT’cesi) altındaki gazeteyi eline aldı, içinden cumartesi ilavesini çıkardı.
- Elimde gazetenin ilavesi olacak.
- Tamamdır.
- Bak Ali İhsan, beklentini yüksek tutma… Ben öyle güzel biri değilim. Yaşım senden fazla olabilir, tipim içine sinmeyebilir, ne bileyim…
Sözünü kesti Ali İhsan:
- Lütfen… Ben seninle kafa olarak anlaştığımı anlayalı çok oldu. Fiziğin hiç önemi yok.
- E, hadi bakalım.
* * *
Ali İhsan neredeyse çarpıntı sesini duyabildiği küt küt atan kalbiyle yamaca konumlu kafeyi yukarıdan aşağı gözleriyle tarayınca, onlarca şemsiyeli masada birkaç erkek ve bir tek kadının oturduğunu gördü. Hava biraz soğuk ve kapalıydı, belki bu yüzden…
Uzaktan küçük şokla sırtından gördüğü kadına yaklaştıkça ayakları giderek artan bir ağırlığı çekiyormuş gibi yavaşladı. Bu olamazdı. Kadının sırtı dönüktü ama bu hâliyle bile orta yaşlı ve şişman olduğu anlaşılıyordu; saçları seyrelmiş, hafif kamburu çıkmıştı.
“Bu değildir” diye kendini teselli ederken, kadının elinde gazetenin cumartesi ekini gördü!
Günlerdir hayalini kurduğu masaya gitmeye cesaret edemedi; nasıl derler, “iştahı kaçmıştı.”
Kadını çaprazdan gören on metre kadar uzaktaki yan masaya oturdu.
* * *
Kendi kendine “alıp vermeye başladı.”
“Tanışırsam” diye düşündü, “reddedilmek kalbini kıracak. Dönüp gitsem, daha kötü üzülecek.”
Birkaç dakikalık muhasebeden sonra kadınla görüşmeye karar verdi.
Gerekçesi şuydu:
“Yaklaşık bir buçuk aydır konuşuyoruz. Harika bir kafa ve ruh uyumumuz var. Hem o kadar da yaşlı değilmiş. Benden üç beş yaş büyük. Güzellik geçici, huy kalıcı… Ayrıca boğazımı sıkıp da ‘Benimle evlen’ diyecek hâli yok. Bunca dostluğun hatırına hele bir yüz yüze tanışalım. Kalp kırmayalım şimdi.”
* * *
- Merhaba, ben Ali İhsan…
Orta yaşlı kadın merakla ayağa kalkarak gelen adamı başından ayağına süzdü. İnceleyen gözlerle tekrar suratına baktı, kaşlarını çattı:
- O sen misin?
- Evet…
- Genç ve yakışıklıymışsın.
- Sağ olun. Oturalım mı?
- Hayır.
- Neden?
- Çünkü, nasıl bir planın içinde olduğumu bilmiyorum ama bir sınavı kazandığını söyleyebilirim delikanlı.
- Ne sınavı?
Kadın işaret parmağıyla sağ üst tarafta, sarayın seyir terasının parmaklıkları önünde kendilerine bakan genç, uzun boylu, güler yüzlü, çok güzel bir hanımı gösterdi:
- Bak, şu siyah saçlı şirin hanım bu gazeteyi elime verdi ve beni buraya oturttu. Eğer benimle görüşmeye gelirsen kendisini göstermemi söyledi. Aksi hâlde sana görünmeden gidecekmiş. Haydi, şimdi git yanına...