Zil çaldı.
- Gülizar’dır, dedi evin hanımı. Akşama kadar bin kapıyı çalıyor.
- Bakıyorum, dedi Feridun Bey.
Kapıyı genişçe açtı. Karşısında kısa boylu erkek temizlik görevlisi, tevazu ile desteklenmiş bir tebessümle bakıyordu. Üstü başı sırılsıklamdı.
- Oo Mecit Efendi, buyur.
- Vedalaşmaya geldim Feridun ağabey, memleketime gidiyorum.
- Nasıl? Temelli mi?
- Evet abi. Kış geliyor; çocuklar var, hayvanlar var.
- Tekrar gelmeyecek misin yani?
- Baharda belki gelirim ama yine işe alırlar mı, bilmiyorum.
***
Avcılar’daki lüks sitenin temizlik görevlilerinden biri olan Mecit’in memleketi Erzurum, Karayazı’ydı.
- Dur, dedi Feridun Bey. Kapıyı açık bırakıp, içeri gitti.
Biraz sonra elinde kahverengi bir montla döndü:
- Böyle ceketle gidemezsin. Bunu kabul eder misin?
Mecit zaten küçüktü, bu teklifle biraz daha küçüldü:
- Allah razı olsun abi, diyerek monta uzandı.
Bu mutluluk Feridun Bey’in hoşuna gitti. Hemen solundaki ayakkabılığın kanatlarını açtı, raflara hızla göz gezdirdi, kahverengi bir takım ayakkabı çekti:
- Bunları da alırsan sevinirim.
Mecit’in cevabı belliydi:
- Allah bin kere razı olsun abi.
***
Akşam baba Feridun, anne Nuran ve oğul Cenk, üzüntü ile “konuyu” tartışıyordu.
Feridun:
- Yahu unuttum diyorum.
Nuran:
- Üç tane tam altın unutulur mu hayatım?
Cenk:
- O altınları hepten unutun bence. Asla geri getirmez adam.
Konuyu anladınız sanırım. Kaptan Feridun’un (pilottu) Mecit’e verdiği montun cebinde üç tam altın vardı. Oğluna, kızına ve oğlunun nişanlısına birer altın almış, iki çocuğunun bir hafta sonraki –aynı- doğum gününde onlara hediye vermeyi planlamıştı.
***
Erzurum Karayazı’ya gidelim.
Mecit’in eşi, 17 yaşındaki oğlu ve 12 yaşındaki ikiz kızları, İstanbul’dan geldiği için çok şeyler vadeden valizin etrafında toplanmıştı.
Mecit önce kocaman bir rulo hâlinde dürülmüş kahverengi montu açarak oğluna uzattı.
Sonra kızlarına birer poşet verdi.
Montu sırtına geçiren delikanlı:
- Bu ne, diyerek cebinden kırmızı bir kese çıkardı.
Baba şaşkınlıkla ve aceleyle oğlunun elindeki keseyi kaptı. İpini çözdü ve ters çevirerek valizin üstüne boşalttı. Üç altından biri valizden kayıp yere düştü.
Mecit, hırsızlık yapmış gibi korku ve telaşla hemen altınları keseye koyup ağzını bağladı:
- Yarın İstanbul’a gidiyorum, dedi.
Babayı karşılamanın büyüsü ve mutluluğu bozulmuştu.
***
Mecit iki gün sonra yeniden montu aldığı kapının önündeydi.
Feridun Kaptan o sabah Singapur’a uçmuş, anne Nuran her cuma yaptığı gibi Aziz Mahmud Hüdai Vakfına gitmiş, Türkiye’nin ilk lisanslı buz patencilerinden olan ve o sıralar iş arayan Cenk evde tek başına kalmıştı.
Kapıyı açınca çok şaşırdı Cenk:
- Vay dayı sen misin? Yoldan geri mi döndün?
- Evet.
- Nereden döndün peki?
- Erzurum Karayazı’dan.
- Nasıl? Memlekete gitmiş miydin yani?
- Evet… Montu oğluma saklamıştım. Onun için ceplerine hiç bakmamıştım, kusura bakmayın. Altınları bulunca çok üzüldük.
Cenk bir yandan keseyi açıp içindeki altınları kontrol etti, bir yandan da:
- Neyse neyse… Yerine vermiş oldun sonuçta. Sağ ol, dedi, kapıyı kapattı.
***
Her pazar akşamı yaptıkları gibi yine bütün aile sofranın etrafında toplanmıştı. Feridun Bey, Nuran Hanım, Cenk, nişanlısı Beyza, karnı burnunda kızları Nur ve damat İsmail…
Bir ara konu yine montun cebinde giden altınlara geldi.
Feridun Bey:
- Üçünüze yeniden birer altın almak artık şart oldu. İtiraz kelimesi duymak istemiyorum.
- Sağ ol baba, dedi kız.
- Eksik olmayın efendim, dedi nişanlı Beyza.
- Ben size o altınları unutun, getirmez adam demiştim, dedi Cenk.