Defne Butik

A -
A +

Depremin neredeyse haritadan sildiği ilçede, konfeksiyoncu Mustafa, panelvan aracını “irtibat merkezi” yapmış, hesaplarını kapatmaya çalışıyordu.

 

Çatlaklarla dolu dükkândan çıkardığı takım elbise ve montları, tavanına demir borular monte ettiği panelvana taşıyan Mustafa, telefonda, eski müşterisi olan, ordudan ihraç edilmiş bir teğmenle tartışıyordu:

 

- Engin abi, tekrar söylüyorum, bir takım elbise ve tek pantolon almıştın. Takım elbisenin parasını ödedin, pantolon borcun var. Defterden okuyorum.

 

 - Sana elli kuruş borcum yok, kapat o defteri!

 

- Komutanım ayıp ediyorsun, bir pantolon için değer mi?

 

- Ben verdim diyorum. Gürültüyü bırak.

 

- Güya dosttun zamanında…

 

Dükkânsız, evsiz kaldığımız, çadırda yasadığımız su günlerde, su yaptığına bak. Ne diyeyim, Allah’a havale ediyorum seni…

 

- Yahu kapat şu telefonu… Kendisi kapattı teğmen…

 

Sanki sözleşmiş gibi, Mustafa telefonu kulağından indirdiği anda, sol yanında bir hanım belirdi. Uzun pardösüsünün üzerinde sıkı sıkı bağlanmış başörtüsü, ciddi ve asık bir suratı çerçeveliyordu.

 

- Ben, dedi, Serkan ile Gürkan’ın annesiyim.

 

Mustafa bu cümleyi duyar duymaz, vücuduna bir şey batmış gibi, oturduğu panelvanın kasasından aşağı atladı, gayriihtiyari hazır ola geçti:

 

- Buyurun yenge.

 

Mustafa’nın telaşının sebebi şuydu:

 

Serkan ile Gürkan, depremde vefat etmiş ikiz kardeşlerdi. Bütün ilçenin içini yakan yetim ikizler…

 

İkisi de Suriyeli bir oto galericisinin yanında çalışıyordu. 5 Şubat gecesi patronun evindeki yemekli davete katılmışlardı. Saat hayli ilerleyince, patronun “Bu saatte Uzunbağ’a gitmenin âlemi yok. Burada kalın. Hanım İstanbul’da, ben de yalnızım. Sabah kahvaltı yapar, dükkâna ineriz” teklifini annelerine iletip izin almış ve orada kalmışlardı.

 

O sabah o lüks ev üç kişiye mezar olmuştu. 24 yıllık kısa hayatlarında, güler yüzleri, efendilikleri, yakışıklılıkları, cana yakınlıkları ile, tanıyan herkesin sevgisini kazanmışlardı.

 

- Oğullarımın size borcu var mıydı?

 

Mustafa bir süre düşünür gibi yapıp:

 

- Hayır, borçları yoktu yenge, dedi. Kadın ısrar etti:

 

- Bakın, birer mont aldıklarını biliyorum, söyle kapüşonlu… Biri bej diğeri kiremit rengi… Sizden mi aldılar, parasını ödediler mi, onu öğrenmek istiyorum. Ben çocuklarımın mezarlarında rahat yatmalarının derdindeyim, kul hakkı ile muhatap olmasınlar ahirette…

 

Mustafa mahcup ve acı bir tebessümle, hesap verir gibi cevapladı:

 

- Montları benden aldılar ama parasını verdiler yenge, dedim ya, gerçekten borçları yok… Kadın kafasını hafifçe sağ omuzuna doğru eğerek, belli belirsiz:

 

- Peki, deyip oradan ayrıldı. Aslında çocukların borcu vardı. Daha üç gün önce iki kardeş birlikte gelmiş, iki mont almışlardı. Paranın yarısını pesin vermiş, diğer yarısı için Mustafa ile ay basına, yani 25 gün sonraya anlaşmışlardı. Mustafa üzüntü ile o satısı yeniden hatırladı. Gürkan “Mont güzel ama düğmelerini sevmedim” demişti; kendisi de “Senin için hemen değiştiririm” diye cevaplamıştı.

 

Mustafa kösede kaybolan kadının ardından, elindeki defteri panelvanın zeminine koyup, Serkan – Gürkan isimlerinin üzerini çizdi, kadının kaybolduğu yola bir kere daha baktı:

 

“Borcunuz yok yenge, helal ettim…”

 

 

 

Sadık Söztutan'ın önceki yazıları...

UYARI: Küfür, hakaret, bir grup, ırk ya da kişiyi aşağılayan imalar içeren, inançlara saldıran yorumlar onaylanmamaktır. Türkçe imla kurallarına dikkat edilmeyen, büyük harflerle yazılan metinler dikkate alınmamaktadır.
FİKRET ÇETİNER14 Aralık 2024 10:35

Bugün yazarlar ağlattılar.