Hemşire hanım

A -
A +

Şenay, yürüyen merdivenle yer altındaki “Fatih-Emniyet” tramvay durağına indiğinde, kalabalık arasında, duvar dibine çökmüş, altında eski bir eşofman, üstünde buruşuk gri bir tişört, önünde bir poşet, başı eğik, saçları dağınık, elleri yanaklarında, üzgün bir delikanlı gördü.

 

Elinde olmadan durdu; omuzundan çantayı indirdi, içinden çıkardığı küçük cüzdanındaki paraları işaret parmağıyla taradıktan sonra, bir elli lira alıp, delikanlının önündeki poşetin üzerine bıraktı, yürüdü gitti.

 

Delikanlı, yani Oktay, önce paraya, sonra durağa giren tramvayın uygun kapısı için kendisini ayarlamaya çalışan kıza baktı.

 

Kız tramvaya binince o da yerinden fırladı, açık kapıdan içeri girdi.

 

Yolcu seyrekti; kızın yanındaki boş koltuğa oturdu.

 

Şenay ürktüğünü belli etmeden, hafifçe pencereye doğru kayarak, yalancı bir tebessümle ona baktı.

 

Oktay elindeki parayı biraz yukarı kaldırdı:
- Neden verdiniz bunu?
Kız o an delikanlının dilenci olmadığını anladı.

 

- İçimden geldi.

 

- Peki.

 

Oktay parayı elindeki poşetin içine attı.

 

Bir süre konuşmadılar.

 

Tramvay Terazidere durağını geçtiğinde Oktay tekrar kıza döndü:

 

- Mesleğiniz nedir?

 

- Hemşireyim ben, dedi Şenay, Vakıf Gureba’da.

 

Hastaneyi sormadığı hâlde gelen ek bilgi Oktay’ın hoşuna gitti:

 

- Peki, Vakıf Gureba’yı kimin yaptırdığını
biliyor musunuz?

 

- Bir padişah annesiymiş ama ismini unuttum.

 

Oktay tebessüm etti:

 

- Hem ekmeğini yiyorsunuz hem
tanımıyorsunuz; valla yarın sizden
davacı olur.

 

Şenay da belli belirsiz gülümsedi.

 

Oktay konuşmasını sürdürdü:

 

- Evet, dediğiniz gibi, Osmanlı padişahı Abdülmecid Han’ın annesi Bezmiâlem Valide Sultan o hastaneyi fakirler için yaptırdı. Gureba “garipler” demek zaten. Dünya çapında eserler inşa etmiş hayırsever bir valide sultandır.

 

Memleketin çeşitli bölgelerini camilerle, çeşmelerle süslemiş.

 

Şenay bu defa cömertçe gülümsedi:

 

- Tarih öğretmeni misiniz?

 

- Keşke… O kadar eğitimim yok benim. (Yere düşürdüğü poşetini aldı)

 

Ama Osmanlıyı severim.

 

Tramvay Şirinevler’i geçince Oktay ayaklandı.
- Burada ineceğim.

 

Şenay da kalktı:

 

- Ben de metrobüse bineceğim; Küçükçekmece’de oturuyorum. İkisi de Yenibosna durağında inip merdivenlere yürürken Oktay dedi ki:

 

- Ben bu sabah sizin hastanede biyopsi aldırdım. Sonucu haftaya çıkacak. Yani haftaya bugün yine hastaneye geleceğim, belki torpilinize ihtiyacım olur. İsminiz neydi?

 

- Aa, nereden aldılar biyopsiyi? Çok geçmiş olsun.

 

- Sağ olun. Mideden…

 

- Hangi hoca?

 

- Metin Bey. Soy ismi bir şey “oğlu” idi ama unuttum.

 

Şenay hem ismini hem telefon
numarasını verdi:

 

- İhtiyaç olursa lütfen arayın, çekinmeyin.

 

Ayrıldılar.

 

Oktay cuma namazı için Yenibosna Merkez Cami’ye gitti.

 

Biyopsi sonucu “temiz” çıktığı için Şenay ile Oktay, doktorun odasından neşeyle ayrıldılar

 

- Gel bunu kafeteryada kutlayalım, dedi Oktay.

 

Şenay kararsızca kolundaki saate baktı… Sonra:

 

- Tamam, dedi.

 

Çaylar içildi, teşekkürler edildi ve tam ayrılırken Oktay şöyle dedi:

 

- Bu işin kutlaması bu kadar basit olmaz. Yarın cumartesi, işin yok. Sana maliyeti düşük, lezzeti yüksek bir yemek teklif ediyorum.

 

Öğle yemeği sonrası sahilde bir bank üzerinde sohbet ediyorlardı:
- Anneme senden bahsettim, dedi

 

Şenay.

 

- Aaa! Nasıl? Ne dedin?

 

- Yok yok, endişeye mahal yok. Anne kız birlikte yaşıyoruz ve birbirimizin dert ortağıyız. Ondan hiçbir şeyi saklamam. Kaldı ki ortada saklayacak bir şey de yok.

 

- Belki vardır.

 

Kız dalmış gözlerini hızla ona çevirdi:

 

- Nasıl? Seninle ilgili hiçbir şey bilmiyorum ki… -Varsa- mesleğini bile…

 

Aileni bile… Hatta yaşını bile…

 

- Tamam tamam. Hepsini anlatacağım.

 

Şenay başının yanından hızla öterek uçup giden martıdan ürktü. Sonra yüzünü Oktay’a çevirdi, merakla dinlemeye başladı.

 

- Öncelikle dilenci değilim, diyerek gülümsedi Oktay. Annemi yıllar önce kaybettik. Babam geçen yıl öldü. Bu dünyada bir ablam var bir de ben… Ablam memleketimiz

 

Erzurum’da diyetisyenlik yapıyor. Bekâr. Bana gelince…

 

Kızın merakla dinlediğini görünce keyifle gülümsedi Oktay.

 

Ağırdan almaya başladı. Ama Şenay sabırsızdı:

 

- Evet?

 

- Babadan kalma fabrikam var.
Şenay pişmanlıkla sağ elini sertçe alnına vurdu:

 

- Ben bir fabrikatöre sadaka mı verdim yani?

 

- Ben sadaka değil, hayırlı bir başlangıç diye bakıyorum ona.
Şenay hemşire, yaşadığı şaşkınlıktan, cümledeki detayı atladı.

 

- Ne üzerine bu fabrika? Yani ne üretiyorsunuz?

 

- Mukavva…

 

- Nerede?

 

- İkitelli’de… Neyse bırak şimdi fabrikayı filan. Sana daha ciddi bir şey diyeceğim Şenay. (Güldü). Çokça insanın barınabileceği büyük bir evim var.

 

Benden başka, bir anne-kız ve beş çocuk daha sığar.

 

- Beş çocuk mu?

 

Oktay gülümseyince gözleri çizgi gibi inceldi:

 

- Neyse, sayıda anlaşabiliriz. Yeter ki…
Sustu. Söyleyeceğini söylemişti.
Şimdi kızın ağzından çıkacak söze kilitlenmişti.

 

Şenay sustu. Kırk saat, pardon, kırk saniye kadar…

 

Sonra, dünyanın en ümit veren cümlesini fısıldadı:

 

- Gidelim yavaş yavaş; bakarız…

UYARI: Küfür, hakaret, bir grup, ırk ya da kişiyi aşağılayan imalar içeren, inançlara saldıran yorumlar onaylanmamaktır. Türkçe imla kurallarına dikkat edilmeyen, büyük harflerle yazılan metinler dikkate alınmamaktadır.