Bu öykünün hemen basında bir “vefa” vecizesi söylemek geldi içimden:
“Vefa, dostluğu dünya nimetlerine değişmemektir.”
Daha önce birisi böyle bir şey söylemiş mi, bilmiyorum. Ama en azından bundan sonra söylenmiş oldu.
Sabahları erken kalkıp balkonda oturur; sokak köpeklerinin cirit attığı araçsız ve insansız caddenin yavaş yavaş canlanmasını, okul saatinde ise curcunaya dönüşmesini izlerim.
Balkonumuz sitenin yaya giriş -çıkış kapısına baktığı için, her sabah aynı saatte gördüğüm üç kişiden bahsedeceğim.
Soğuk bir sonbahar sabahıydı.
Yine o genç anne ve iki eliyle sıkı sıkıya tuttuğu iki dünya güzeli kızının gelişini gördüm.
Kızların birbirlerine kopya gibi benzemeleri, aynı yas ve aynı tipte olmaları, ikiz olduklarının işaretiydi.
Her gün olduğu gibi, birazdan yirmi yedili yaslardaki anne, site giriş kartını sinyal noktasına dokunduracak, kapının elektronik kilidi on beş saniyeliğine çözülecek, iki kızını önüne alıp, üçü birden turnikeyi çevirerek site dışına çıkacaktı.
Fakat bugün genç kadın çantasını ve paltosunun ceplerini telaşla yoklamasına rağmen kartını bulamamış olmalı ki, çaresizce sağa sola bakınmaya başladı.
Hava soğuktu ve çocuklar kalın giysilerine ve kafalarındaki yünlü baslıklara rağmen durdukları yerde
Zaten giriş katta oturuyordum, anneye seslendim:
- Bi’ saniye hanımefendi, hemen geliyorum.
Ve balkondan içeri geçip, site kartını alarak dışarı koşturdum.
Kartı “okuttum”, kapı çözüldü ve üçlü sitenin dışına çıktı.
Fakat bir aksilik oldu. Bugüne kadar bu tarz bir şey görmemiştim.
Mahallemizin değişmez gürültülü sakinleri sokak köpekleri, daha çok kendi bölgelerine gelen başka köpek çetelerine karsı bağırıp çağırırdı; bu defa bos araziden koşarak anne ve kızlarına doğru havlamaya başladılar.
Dışarı çıktım, çocuklar ile yaklaşan köpeklerin arasına girdim. Çocukluğumu köyde geçirmiş olmanın avantajıyla, köpekleri kendi usulümle uzaklaştırdım.
Fakat kadının tedirginliği açıktı:
- Bizimle okula kadar gelebilir misiniz, dedi.
Elli metre kadar bir yoldu zaten.
- Ne demek, buyurun.
Çocuklar sanki sınıfa değil de Endonezya’ya gidiyormuş gibi anne ile uzun bir ayrılık seremonisi yasadılar.
İkisi iki yandan sarıp sarmaladılar.
Anne de sırayla her ikisinin küçük boynuna burnunu gömerek kokularını içine çekti, yolcu etti.
Dönüş yolunda:
- Ben İlhami, dedim. Arnavutköy
Nüfus Müdürlüğünde çalışıyorum.
İşiniz düşerse…
- Sağ olun, sabah sabah çok yardımcı oldunuz zaten.
Dünyanın en saçma cümlesini kurdum:
- Kızlarınızı çok seviyorsunuz. Onlar da sizi…
Otuzunu henüz bulmamış -kardeşim olsun- o güzel kadının site kapısına kadar elli metrede anlattığı bölük pörçük konuşması şöyleydi:
- Ben yetiştirme yurdu çıkışlıyım.
Aslında kızlar benim değil. Yani benim kızlarım tabii de, anneleri ben değilim. Rahmetli annelerini hiç görmedim.
Yani, zaten o öldüğü için ben esimle evlendim. Eşim kıymetli bir insandı. Onu da geçen sene kaybettik.
Kızlarımın benden başka kimsesi yok. Şükür, esimden kalma bir evimiz ve maaşımız var. Evi ikizlerin üzerine yaptırdım. Ben ölürsem mağdur olmasınlar, benim çektiklerimi çekmesinler diye…
Kalan ömrümü onlara adadım zaten.