Uluslararası grup maçlarının, başarı şartı olarak vazgeçilmez bir ilkesi vardır: Kendi sahandaki maçlarını alacaksın, deplasmandaki puan farkları sonucu belirleyecek. Bu açıdan bakıldığında; Slovakya maçı öncesinde, bu standartla barışık olduğumuz gözleniyordu. Kendi sahamızda Moldova'yı almış... Deplasmanda da İsveç ve Azarbaycan'dan 4 puan getirmişiz... Güzel! Gereken yapılmış... G.Saray da, Şampiyonlar Ligi grubunda; bu statüde ve bu şekilde başarılı oldu. İçerideki maçların tamamını aldı... Hatta grubunda kendi sahasında puan kaybetmeyen tek takım oldu. Sonuç belli: çeyrek final! Türkiye; bu çizgisini, bu Milli Takım'da da sürdürmek zorundaydı. Slovakya'yı yenmek gerekiyordu. Ancak konuk takım; buna kolayca izin verecek düzeyde değildi. Herkesin gözünü okşayan... Ayağa oynayan... Seri şekilde deplase olan... Süratli, atletik, seyri zevk veren iyi bir takımdı. Sıkı pres koyuyorlar, sahamızdan rahat çıkmamızı engelliyorlardı. Devrenin ortalarına kadar hayli tutuk kaldık... Rakibimizi; bırakın baskı altına almayı, denetim altına bile alamadık. Pozisyonlarla değil, doldur - boşaltla fırsat aradık... Hava hakimiyeti hayli yüksek olan, uzun boylu bir takıma karşı; oynanmaması gereken şekilde oynadık. Buna rağmen, pozisyonlar bulduk. Ama bu sefer de; Hakan Şükür'ün insanı çıldırtan futbol rüküşlüğüne uğradık. Hasan Şaş deli - dolu dalışlarıyla rakip savunmayı tedirgin ediyor, ama daha ilerisine gidemiyorduk. Açıkçası, gol atmak için penaltıya şiddetle ihtiyacımız vardı. Şükür ki, o da geldi. Kusursuz oynayan bir rakibe karşı, beraberliğin iyi sonuç olduğunu düşünüyorum... Çünkü başımız, çok daha ciddi şekilde derde girebilirdi. Alpay'ın kusursuz, Rüştü'nün muhteşem oyunu; bunu engelledi. Kendi sahamızda, üstelik birinci derecedeki bir rakibe karşı puan vermemiz; yazımın başındaki "Grup maçları ilkesi" ne ters düşüyor. "Canım, berabere kaldık. Gene lideriz" demek bu stratejide akılcı değildir. Açığı mutlaka kapatmamız gerekir. İnşallah!