Ne demiş Yunus Emre; “Girdim ilim meclisine, eyledim kıldım talep. Dediler; ilim geride, illa edep illa edep…”
İşte unuttuğumuz belki de hiç duymadığımız Osmanlı’nın incelik, empati, edep ve zarafet üzerine kurulu sosyal hayatından âdetler;
> Osmanlı’da şehirler kurulurken, önce bir mâbet yapılır, ardından da halka halka evler ve iş yerleri inşa edilirdi.
> Evlerin duvarlarına ‘Ya Malikül Mülk’ yazarlardı, ‘Ey Allah'ım bütün mülk senindir. Ben kapının bir kölesiyim, her şey senden benim aslında hiçbir şeyim yok’ manasına gelirdi.
> Evin camında sarı çiçek varsa ‘evde hasta var, sokaktan geçenler ve satıcılar yüksek sesle rahatsız etmeyin’ demekti. Eğer kırmızı çiçek varsa, ‘evde evlilik çağında bir kız var sokaktan geçen gençler, konuşmalarınıza dikkat edin’ demekti.
> 63 yaşını geçmiş büyüklere yaşları sorulduğunda “Haddi aştık” cevabını verirlerdi. Bunun sebebi ise Peygamber Efendimizin 63 yaşında vefat etmesidir.
> “Işığı yak!” denmezdi. Çünkü yakmak olumsuz bir kelime. Onun yerine; “Işığı uyandır!” denirdi.
> Kapı tokmağında; ‘Yâ Fettah!’ yazılıydı. Bu; “Bütün kapıları açan ve sıkıntıları gideren” demekti. Eve sıkıntılı gelen, kapıda bunu okuyunca belki, biraz rahatlar ve sıkıntıları geçerdi.
> Misafir gelince ev sahibi ayakkabılarının burunlarını içeriye doğru baktırırdı. “Biz sizin misafirliğinizden çok hoşnut kaldık, evimizi yeniden şereflendirmenizi bekleriz!” demek isterlerdi.
> Misafir geldiği zaman kahve ile su ikram edilirdi. Misafir açsa suyu, toksa kahveyi alırdı. Eğer suyu almışsa, ev sahibi bunu anlar, hemen sofrayı kurup misafirin karnını doyururdu.
> Kapı tokmakları çift olurdu. Büyük kalın, küçük ince ses çıkarırdı. Erkekler kalın, hanımlar ince sesli tokmağı tıklatırdı.
> Kapıyı kapat!” demezlerdi. “Allah kimsenin kapasını kapatmasın” diye düşünüldüğünden, “Kapıyı ört” ya da “Kapıyı sırla” denirdi. Kapının kapanmadan yavaşça örtülmesi de edepten ileri gelirdi.
> Birine su verirken, bardağın kulpu sağ elinin olduğu tarafa çevrilir, alan “Bismillah” deyip yavaş yavaş içerdi. Su veren bardağı alırken ise, sıhhat ve âfiyet dilerdi.
> Osmanlı, insanlardan başka, Göçmen Kuşlar Vakfı, Darı Vakfı, Yabani Hayvan Vakfı... gibi hayvan vakıfları kurmuştur.
> Esnaf ramazan ayında toplanıp gerçek bir ihtiyaç sahibinin "borç defterini" kapatırdı...
> Birisi vefât edince, cenaze ile ilgilenilir, o eve on gün kadar yemek yollanır, onlara işittirecek şekilde gülüp, eğlenilmezdi.
> Fakirler dilenmekten, zengin de gösterişten çekindiği için sadakalarını ‘Sadaka taşları’na koyarlar, fakir de gece vakti gelip ihtiyacı kadarını alır, geriye kalanını başka fakire bırakırdı… Aynı şey, yolların üzerinde vakıflar tarafından kurulan yolcu konaklarında da uygulanırdı. Yolcular, şayet ihtiyaçları varsa yatağının başucundaki keseden ihtiyaçları kadar akçe alabilirdi. Yolcuların atlarına ücretsiz bakılır, üç gün helâlinden yemek verilirdi.
> Yolda giderken büyüklere hürmet için, yaşlı zatın yanından geçip gidilmez, müsaade etmesinden sonra gidilirdi.
> Osmanlı sokakları tertemizdi. İnsanlar yerlere tükürmekten dahi imtina ederlerdi. Zira yere tükürürken görülen kişilerin şâhitliği, mahkemelerde kabul edilmezdi.
Ninem diyor ki; Ulular köprü olsa, basıp geçme.