Kalemtıraş devrinin çocuklarıydık biz. Oyuncak bebeğin kopan bacağının içeriden lastikle bağlandığı, silginin bile kaybolmasın diye iple boynumuza asıldığı zamanlardı... Kurşun kalemlerimiz vardı... Açıldıkça sivrilen, yazdıkların çizdiklerin uğruna kendini bitiren, olmayana ortadan ikiye bölüp paylaşılabilen, anlam dolu, anı dolu kurşun kalemlerimiz. O yüzdendir ki, kırtasiyeler çocukluğumuzun panayırıydı...
Kırtasiyeler mis gibi kokardı... Âşıktım o kokuya, bir de kalemlere; hâlâ da öyle. Telaşla karışık hevesin kokusuydu. Dayanılmaz bir renklilik, kurcalanası onca şey, sayısız kalem, defter, etiketler, kuru boyalar, kitaplar, az parşömen, biraz kramafon, biraz toz, biraz saman kâğıdı kokusu...
Çocukluğumda evin bitişiğinde de böyle bir yer vardı; Işık Kitabevi... Kapı önünde oynanabilen zamanlardı; benim de dört beş yaşlarım. İçe kapanık, zor bir çocuktum. Kimseyle konuşmaz, oyunlara katılmaz, ip atlayan lak lak şaklatanları dik dik bakar, boş boş bakar, gider o kitabevinde kendimce çalışırdım. Asıl derdim, hıncım çocuk klasiklerini okuyup devirmişken yaşım küçük diye okula alınmamamdı... Çelimsizlikten 'cereyan bacak' lakabı almış minik bir kız çocuğu kitabevinde ne iş yapacaktı? Dağıtıma gidecek kitaplar balyalanır, iple bağlanırdı. Benim vazifem; ip paketin alttan enine ve boyuna geçirilip döndürülüp tepeye geldiğinde oluşan sarmalın tam ortasına parmağımı basıp düğüm atılmasına yardımcı olmaktı! Kitapları dizer, yapışık sayfaları ayırır, girer bir kolinin içine kitap okur ama hiç konuşmazdım.
O gün yeni mal gelmişti, kalabalıktı içerisi. Bacakların arasından camekânlı tezgâha ulaştım ve yapışıp kaldım! O ana kadar gördüğüm en güzel şeydi; yarısına kadar kırmızı yarısına kadar mavi bir kurşun kalem! Tutulmuş, âşık olmuş, kalakalmıştım. Çocuk heyecanı, gözlerimden yaşlar süzüldü, dudaklarımdan da bir şarkı; Kırr mızı, maa viii tahta ka leeem... Herkes konuştuğumu görünce şaşakalmıştı! Kimi gözyaşlarımı siliyor, kimi eşlik ediyor kimi de gülüyordu. Büyük İslam âlimi Hüseyin Hilmi Işık, sarıldı kucağına aldı, kalem tomarını çıkardı; "Bu kırmızı mavi tahta kalemler senin. Al bu ilki, bundan sonra haftalık bir tane alacaksın" dedi...
Hiçbir zaman kendimi 'yazar' olarak tanımlamadım. Mühendislik eğitimi, şunu da okuyayım bu diplomayı da ekleyeyim hevesi, onun derdi bunun serüveni, ancak öylesine ilahi bir zincir var ki... Zincirin bir halkasında, yazı yazar buldum kendimi! Tıpkı o yarısı kırmızı yarısı mavi tahta kalemdeki gibi; yarı şaka yarı ciddi, yarı akıllı yarı terelleli oldu yazılarım ama hep içten hep samimi ve her daim renkli... Bu hafta, Türkiye Gazetesi'ndeki on bir senem bitti. On ikinci senenin başında teşekkürler kalemin sahibine, kelamın sahibine, vesile olanlara, okuyanlara, okutanlara...
Ninem diyor ki; Nasipten öte köy yok.