Emekli maaşının üçte biri ile mükellef bir İstanbul turuna çıkmış harita suratlı buruşuk bir Alman teyzenin elindeki gezi broşürünü kapıp bakarsanız, şunları görürsünüz: Ayasofya Müzesi, Sultanahmet Camii, Dolmabahçe Sarayı, Yerebatan Sarnıcı, Galata Kulesi, Süleymaniye Camii, Galata Köprüsü, Kariye Müzesi, Topkapı Sarayı, Kız Kulesi, Boğaz Köprüsü... İki köprü hariç, en "yenisi" yüz elli yıllık! Yani, mimari gurur olarak "pazarladığımız" eserler Bizans ve Osmanlı'ya ait... Peki mesela tıp, otomobil sanayii, tarım, botanik, sinema, ne bileyim tekstil... yüz elli yıl öncesinden daha geri olduğumuz bir başka sektör var mı? Bildiniz; en kültürlü ve en cahil, en derin ve en yüzeysel, en estetik ve en kaba, en zengin ve en fakir, en manevi ve en sapık, en güzel ve en çirkin... çelişkiler şehrimiz İstanbul'a belediye başkanı olduğumda yapacağım ilk icraat, mimariye el atmak olacaktır! Paris, Milano, New York, Moskova veya İstanbul... Hatta Beytüşşebap... Silopi... Bir şehri ötekinden ayıran şey nedir kuzum? Eh, bir deniz kenarı olması, bir dağ dibi, ya da şehrin ortasından geçen bir nehir... Gerisi, tamamen mimarların eline, insafına, yeteneğine bağlı değil mi?... O zaman bir şehrin güzelliğinden bahsederken, tamamen mimarisini kast ediyoruz. Esenler ile Etiler'i farklı kılan da bu değil mi? Toprak her yerde toprak. Farkı, "dizaynı." Kiremit çatıları ve boyasız binaları gördükçe kararım kesinleşiyor; belediye başkanı olacağım, sırf mimari için... >> Ninem diyor ki: Budanmışın saçı dökülmez...