Dış politikada çok hareketli bir Mayıs ayına giriyoruz. Başbakan Erdoğan 1-2 Mayıs'ta İsrail ve Filistin'i ziyaret edecek. Gelecek ay sonuna doğru da ABD'ye geliyor. Erdoğan'ın ziyaret tarihi ve programının önümüzdeki günlerde belli olması ve kesinleşmesi bekleniyor. Çok alıngan olduk. Aşırı duygusallaştık. Her konuya şüpheyle bakıyoruz. Erdoğan'ın ABD ziyaretinin tarih ve programının belli olmaması ile ilgili binbir türlü spekülasyon yapıyoruz. Tarih verilmeyeceğinden, Erdoğan'a soğuk karşılamaya kadar hayali senaryolara vakit harcıyoruz. Ziyaret programlarının iki tarafın takvimine uydurulması rutin çalışmalarını bile, kuşkuyla karşılıyoruz. Daha başlamamış, programı kesinleşmemiş bir ziyaretin sonuçları konusunda şimdiden ahkam kesenler bile var. Dış politikada hareketli dönem Halbuki Türkiye için kritik bir zaman dilimindeyiz. Hem Kıbrıs konusunda, hem de Avrupa Birliği ile ilişkilerde önemli gelişmelerin yaşanacağı bir dönemdeyiz. Türkiye, daha birkaç yıl öncesine kadar kanlı bıçaklı olduğu bazı komşuları ile şimdi dostane ilişkiler kuruyor. Suriye, Bulgaristan ve Yunanistan ile şimdilerde bambaşka olumlu ilişkiler içindeyiz. Yıllardır Türk-Amerikan ilişkilerini ipotek altına almaya çalışan ve Türkiye aleyhine bütün dünyada akıl almaz faaliyetlerde bulunan Ermenilerle de, yeni açılımların arefesindeyiz. Başbakan Erdoğan'ın "1915 dönemine ait gelişme ve olayları incelemek amacıyla iki tarafın tarihçilerinden ortak bir komisyon kurulması" teklifi, uluslararası kabül gördü. Büyük ilgiyle karşılandı. Başkan Bush ve Fransa dahil AB ülkelerinin bu teklife destek vermeleri, Türkiye için çok olumlu bir gelişme. Bir dış politika prangasının daha çözülme sürecini başlatıyor. Öte yandan ABD'nin Kanada ve Avrupa İşleri Dairesi'nden sorumlu bakan yardımcısı Laura Kennedy ay başında Ankara, Atina, Lefkoşe, Brüksel ve Londra gezisine çıkıyor. Ziyaretin ana amacı, Kıbrıs'ta çözüm arayışlarını hızlandırmak. ABD, Kıbrıs Rum kesimini Annan Planı çerçevesinde masaya oturtmak için bastırmaya hazırlanıyor. Bu ziyaret ayrıca, referandum sonrası KKTC'ye verilen sözlerin tutulmamasının Türkiye'de yolaçtığı hayal kırıklıklarını giderme amacı da taşıyor. Türk-Amerikan ilişkilerinde, medyadaki olumsuz yansıma ve abartılara rağmen, olağanüstü bir işbirliği ortamı var. Her iki tarafın en üst yetkilileri her fırsatta, bu işbirliğini daha da geliştirme ve genişletme konusunda ne kadar kararlı olduklarını gösteren mesajlar vermeyi sürüdürüyorlar. Türkiye Avrupa Birliği'nin de stratejik ortağı Önceki gün Washington'da, Avrupa Birliği-ABD ilişkilerini konu eden bir toplantı yapıldı. Toplantının konuşmacısı, Almanya Hür Demokrat Parti Parti Meclis Grubu başkanı Dr. Wolfgang Gerhardt idi. Gerhardt, Trans-Atlantik ilişkilerini ve ABD ile dünyada işbirliği konularında görüşlerini anlatırken, her fırsatta Türkiye'ye atıfta bulundu. "Türkiye sadece ABD'nin değil, bizim de stratejik müttefiğimizdir!" dedi. Türkiye'nin önemini, net ifadelerle ortaya koydu. Ancak AB'ye tam üyeliği konusunda zamana ihtiyaç bulunduğunu vurguladı. Gerhardt'a, "AB'nin neden terör konusunda çifte standartları olduğunu, terör tanımlamasına niye farklı yaklaştığını, AB'nin niye bir 'Hıristiyan Kulubü' gibi hareket ettiğini" sordum. Gerhardt, terör ve demokrasi tanımlamasında farklılıkların bulunduğu gerçeğini kabul etti. Ancak Demokrasi ve insan haklarının geliştirilmesi konusunda bütün dünyada birlik ve beraberlik içinde olunmasının önemini belirtti. Çin'den Rusya'ya, Suudi Arabistan'dan Mısır'a uluslararası ilişkilerde demorasi ve insan hakları gibi evrensel değerlerde taviz verilmemesinin altını çizdi. Türkiye'nin AB standartlarını sadece kabul değil, gündelik hayat tarzı yapması ve sokaktaki insana kadar götürmesi halinde AB'ye tam üye olabileceğini vurguladı. Ayrıca, "AB bir Hıristiyan Kulubü değildir. Ama, standartlarımızı ve kanunlarımızı Hıristiyan ve Musevilerin yaptığı unutulmamalıdır. Bizimle beraber olunmak isteniyorsa, bunların benimsenmesi ve uyulması gerekir!" dedi. Özetle Türkiye, dışarıdan çok farklı görünüyor. Dost-düşman herkes ne kadar önemli bir ülke olduğumuzun farkındalar. Gerçekten uluslararası ilişkilerde ağırlığı ve belirleyici olma potansiyelimiz var. Ama biz bunun, ne kadar farkındayız? İç kısır çekişmeler ve incir çekirdeğini doldurmayan gündemlerle niye bu kadar kendimizi harap ediyoruz? Anlaşılır gibi değil. Bakalım, gerçek gündemlere yoğunlaşmaya, ne zaman başlayacağız?