Nisan başında program açıklandığında, Türkiye'de yeni bir dönemin başladığını; ekonomide, siyasette ve yeniden yapılanmada çok önemli değişimlerin arefesinde olduğumuzu, dört ay önceki bir Washington Mektubu'nda yazmıştık. Washington'da ülkemizle ile ilgili her çevrenin, Türkiye'deki bu kaçınılmaz değişime odaklandığını ve beklemede olduğunu vurgulayarak aynen şöyle demiştik: "Kriz, Türkiye'nin bir türlü gerçekleştiremediği ve hatta direndiği bir değişimin, itici gücü oldu. Türkiye, rahmetli Özal ile yakaladığı değişim şansını maalesef sürdüremedi. 80'li yıllarda, globalleşme ve yeni dünya düzenine entegrasyon doğrultusunda çok önemli ve cesaret verici adımlar atarken, birden durakladı. 90'lı yılları ise boşu boşuna harcadı. Halbuki değişim, kaçınılmaz bir olgu. Ya tabii sürecine uygun adımları kendiliğinden zamanında atacaksın, tedbirli ve hazırlıklı olacaksın; ya da Türkiye'nin şimdi girdiği süreçte olduğu gibi sancılı ve zorunlu durumlarla değişmeye başlayacaksın. Washington'da kimse, 'sorunlu' ve 'sancılı' bir Türkiye istemiyor. Üstelik, istikrarsız müttefikten ve sebep olacağı durumlardan endişe duyuyor. Çünkü Türkiye, sadece bölgesinde değil, Avrasya gibi çok geniş bir coğrafyada, çok önemli roller oynayabilecek bir ülke olarak kabul ediliyor. Bundan dolayı da problemlerini halletmiş, demokratikleşme ve globalleşme yönünde gerekli adımları atmış modern Türkiye'nin, bir an önce ortaya çıkması isteniyor. Böyle bir Türkiye'nin, dünyadaki istikrar ve barışın sağlanmasında en temel öğeyi teşkil edeceğinin, Washington gayet iyi farkında. Ama dostların ve hatta düşmanların bile farkedip açıkça dile getirdikleri bu potansiyeli, Türkiye'nin kendiliğinden bir türlü değerlendirememesi, ne kadar acı.. " Kabahati dışarıda aramak Washington Mektubu'nda o zaman bu düşünceleri dile getirirken, daha bir umutluyduk. Zira, krizin daha başındaydık. Ayrıca Türkiye'yi yönetenlerin, bu zorunlu değişime ayak uydurmaları gerektiğini; krizden ancak sosyal, siyasi ve yapısal reformların birarada yapılması ile çıkılabileceğini farkettiklerini zannetmiştik. Ancak yanılmışız. Yöneticilerimiz ve politikacılarımız hâlâ değişime meydan okumaya ve direnmeye devam ediyorlar. Ne yapıcı bir tartışma kültürümüz, ne de uzlaşarak demokratikleşme arayışımız var. Herkes kabahati başkasında arıyor. Hükümet ve koalisyon partileri bile konuşmalarına, "Ülkeyi bu hale getirenler" diyerek başlayabiliyor. Sanki Türkiye'yi uzaylılar yönetiyor. Sanki krizin baş sorumluları Marslılar.. Bu pişkinlik ve vurdumduymazlığın hem krizi daha da derinleştirdiğini; hem de değişim ve hesaplaşmayı, çok daha acılı ve sancılı hale getireceğini bir türlü anlamak istemiyorlar. Halbuki artık hiçbir şey eskisi gibi olmayacak. Türkiye, demokrasisindeki eksiklikleri behemahal giderecek! Anayasası da, diğer kanunları da, Kopenhag Kriterleri'ne uygun hale getirilecek. Kanun devletinden, hukuk devletine geçiş tamamlanacak. Rüşvet, hortumlama, haksız kazanç, kartelleşme ve yolsuzluk, en büyük ticari sektör olmaktan çıkacak. Liderler sultası bitecek. Parti içi demokrasinin tüm kuralları ile işlediği ve tabandan tavana siyasete imkan veren yeni bir politik yapılanma olacak. Mevcut siyasi yapı kökten değişecek. Halkına ve seçmenine karşı sorumlu, birikimli, eğitimli, dürüst, pırıl pırıl insanların yönetime gelmelerinin yolu açılacak. Bu doğrultuda siyasi partiler oluşacak. Yeni yüzlerle, vizyonlu liderlerle statükolar ve kriz aşılacak. Ama öyle, ama böyle, bu değişim gerçekleşecek. Dolayısı ile askeri ve sivili, politikacısı ve medyası, zengini ve fakiri, dinlisi ve dinsizi, en üsttekileriyle en alttakileri, kısacası hepimiz, bunu iyi anlamak; uzlaşmak ve değişimi pozitif enerjimizle kendimiz gerçekleştirmek zorundayız! Önce Türkiye demeliyiz! Türkiye bunu yapabilecek durumda ve yapmalıdır da...