At ölür meydan kalır...

A -
A +
Nereden başlayacağını bilemeyenler için bu hikâye gerçekten bir hayat dersidir.
Bağrışmalar, telaşlı koşuşturmalar, bizim evde bir şeyler oluyordu, kötü bir şeyler...
Üç yaşındaki Dinçal, geçirdiği bir iç kanama sonucu ağır hastalanan babasını kaybediyordu. Kötü şeyler bitmeyecek; acımasız dünyanın dişlileri kısa bir süre sonra babasından sonra annesini de koparıp alacaktı. Bir gece eve gelen dedesi sadece annesini zorla alıp, küçük Dinçal ile kardeşini öylece karanlığa bırakıp gidecekti.
O gece ve ardındaki geceler sabaha kadar ağlayan çocuklar hep annelerini beklediler. İçlerinde hep bir umut vardı annelerinin dönmesi için. Ama gelmedi gelemedi...
Annelerini koparıp aldıklarında Dinçal beş, erkek kardeşi ise iki yaşındaydı. Aradan iki yıl geçti sonra kendisine belki mezarını bile bilemediği babayı, başka bir eve diri diri gömülen anayı unutturacak bir dünya olarak gördüğü okula başladı.
1963 senesinde ilkokulu pekiyi derece ile bitirdi ama köyde ortaokul yoktu. Kasabaya götürecek kimsesi yoktu, sahip olduğu tek şey yüreğindeki inançtı Dinçal'ın. Günlerin boşu boşuna savrulup gitme korkusu ve dayanılmaz okuma isteği Ankara'da bazı akrabalarının olduğunu bilmesi, onda Ankara'ya gitme düşüncesi oluşturdu. Köyden Ankara'ya yük taşıyan bir kamyona gizlice binip en arkada zorlukla çekiştirdiği çuvalların arasına saklanarak bu yolculuğu yaptı.
Ne amca, ne dayı, ne dede yanı, gelir Güven Parka sığınır. Çimler üzerinde karton yatak, yüreğindeki korku ve gece karanlıkları ile baş başa. Sokakların dili hep acı söyler. Mevsimi, iklimi hep değişir. Durmadan üşürsünüz, hep üşürsünüz. Hiçbir şey ısıtmaz içinizi. Acımasızlığın hayatı hiçe saydığı bu yerlerde en öncelikli meseleniz tehlikelerden uzakta ve hayatta kalabilmektir. Hele bir de çocuksanız...
Gündüzleri bir berber dükkânında, geceleri Güven Parkta haftalar, aylar boyu sürüp giden bir hayatı değiştirmek için gereken mücadeleyi nasıl olacağını bilmese de vermeye kararlıydı. Bir şeyler yapma isteği içinde bir yerlerde hep canlı duruyordu.
1965 yılı sonbaharı, Ekim ayı ortaları, bankta gazete okuyan iki kişinin yüksek sesli konuşmaları dikkatini çekti. Seçimler, hükümet ve Süleyman Demirel'den bahsediyorlardı. Büyük adam olmalıydı bahsettikleri; acaba gitse, okumak istediğini söylese, yardım eder miydi?
Sora sora Güniz Sokağı ve Demirel'in evini buldu. Kapıda sivil, genç bir görevli duruyordu. Uzaktan seyretmeye ve beklemeye başladılar. Bir süre sonra gazetelerde resimlerini gördüğü Demirel kapıya çıkıp misafirleri ile bir süre görüştü. Konuşma esnasında karşıdan kendilerini seyreden çocukları fark etmişti. Konuşmaları bitince "gelin bakalım" diye eliyle işaret ederek çocukları çağırdı. "Ne istiyorsunuz, neden buradasınız?" diye gülümseyerek sordu. "Süleyman Demirel amcayla görüşmek istiyoruz" dedi. "Ne yapacaksınız Süleyman Demirel amcayı?" dedi "o benim".
Çekinerek elini öpüp, eskimiş gömleğinin içinde yıpranmasın diye itinayla naylona sarılı olarak sakladığı takdirnamesini telaşla çıkarıp, titreyen elleriyle ona uzattı. "Benim annem babam yok, bu okuldan aldığım son takdirname, ben okumak istiyorum amca" dedi.
"Burada kimseniz yok mu?" "Kimsemiz yok, sokaklardayız."
O gün Süleyman Demirel onu ilgilenmesi için İhsan beye gönderdi.
Aradan seneler geçer.
Süleyman Demirel Cumhurbaşkanı olarak Türkmenistan'ı ziyaret etmektedir. Temaslar tamamlanıp sohbet bölümüne geçildiğinde Türk heyetinden bir genç adam Demirel'in yanına gider ve selamlayıp kendini tanıtır ve der ki: "Yıllar önce sizi ziyarete gelip sayenizde okula yazılan o sokak çocuğu benim. Size gecikmiş teşekkürümü lütfen kabul buyurun."
Bir süre devam eden sessizliği Demirel bozar,
"Hatırladım o günü, peki ne yaptın evladım şimdi görevin nedir?"
"Heyetimizde İçişleri Bakanlığı kadrosunun bir elemanı olarak bulunuyorum efendim, Bilecik Emniyet Müdürüyüm..."
UYARI: Küfür, hakaret, bir grup, ırk ya da kişiyi aşağılayan imalar içeren, inançlara saldıran yorumlar onaylanmamaktır. Türkçe imla kurallarına dikkat edilmeyen, büyük harflerle yazılan metinler dikkate alınmamaktadır.