Sömürgeciliği anlatırken bir devletin, başka milletleri, devletleri, siyasal ve ekonomik baskı altına almasının kolay yolları olduğunu vurgulayan Edward Said “sömürgeciliğin keşif kolu” dediği basit uygulamalar olduğunu belirtiyor. “O kıtaları, o ülkeleri tarihsizleştirmek, hafızalarını ifsad edecek kültürel asimilasyona tabi tutmak. Ancak bunu yaparken mevcuda olabildiğince saygılı davranmak ama bir yandan da onların zihinsel talana karşı geliştirecekleri refleksleri köreltmektir” diyor.
Ayasofyanın camiden müzeye dönüştürülmesine uzanan değişim hikayesinde yer alan “Amerikalı parmağı” böyle bir modeli hatırlatıyor.
Harvard’dan Prof. Robert Blake otobiyografisinde şöyle yazıyor: “1930’da Amerikalı Thomas Whittemore tarafından Boston’da Bizans sanatı, tarihi ve arkeolojisi incelemelerini teşvik etmek konusunda bir Amerikan, İngiliz ve Fransız girişimi olarak ‘Bizans Enstitüsü’ kurulur.”
1931’de bütün insanlığın hidayete ereceğini savunan Universalist kilisesinin öncülerinden büyükbabasının adını taşıyan Thomas Whittemore hükûmete müracaat edip Ayasofya Câmii’ndeki mozaiklerin tamiri için izin aldı.
Araştırmacı Natalia Teteriatnikov, “Bizans Enstitüsü’nün en büyük başarılarından biri 1931’de Cumhurbaşkanı Kemal Atatürk’ü, Ayasofya Bazilikası’nın içindeki mozaiklerin ortaya çıkarılması sorumluluğunu Bizans Enstitüsü’ne teslim etmeye ikna etmesiydi” diyor. (Kariye, Pera Müzesi Yay., 2007, s. 34.)
1934’te İnönü’nün Maarif Vekili Abidin Özmen, câmiyi vakıflardan kendi bakanlığına naklettirdi. Müze fikri de o arada çıktı. 24 Kasım 1934’te bakanlar kurulu kararıyla, parasızlık(!) ve “Bütün Şark âlemini sevindireceği” gerekçesiyle Ayasofya’nın ibâdet dışındaki kısımları müzeye dönüştürülerek 1 Şubat 1935’te de müze olarak halka açıldı.
Kararda ibâdete kapatılma ifadesi geçmiyordu. Ama Özmen’in başvekâlete gönderdiği teklif yazısındaki, “Ayasofya, müzeye çevrildiği takdirde İstanbul’un turistik değeri bir kat daha artacaktır. Ayasofya’da namaz kılanlar pek yakınındaki büyük küçük birçok câmide dinî vazifelerini yapabileceklerdir” ifadesi maksadı ortaya koymaktadır.
Câmi kapatılınca, halıları kesilerek sağa sola dağıtıldı. Şamdanları eritilmek üzere dökümhaneye götürüldü. Levhalar ise çok büyük olduğu için çıkarılamayıp depoya kaldırıldı. Bunlar DP devrinde tekrar asıldı. Câminin yanında, İstanbul’da Osmanlıların ilk üniversitesi olan Ayasofya Medresesi de yıkıldı.
İbrahim Hakkı Konyalı anlatıyor: “Bir gün İstanbul Müzeler Müdürü Kemal Altan bana geldi, iki gözü iki çeşme ağlıyordu. Hayretler içinde kaldım. Türk-İslam Eserleri üzerinde fevkalade hassasiyete sahip, ecdadını cidden seven insan olan Kemal Bey’in böyle ağlaması için çok önemli bir sebep olmalıydı. ‘Nedir, ne oldu?’ diye sordum. 'Yıktılar, bu gece yıktılar!.. Dün gece sabaha kadar Kadırga civarındaki Küçük Ayasofya Camii’nin muntazam kesme taşlarla yapılmış Türk mimarisinin şaheser bir örneği olan minaresi temeline kadar yıkıldı yok oldu. Bu gece de Büyük Ayasofya’nın minareleri yıkılacak bir Bizans kilisesi hâline getirilecek' dedi... 'Otur' dedim. 'Büyük Ayasofya’nın minarelerini yıkamazlar, bir rapor hazırlayalım. Ben söyleyeceğim, sen yaz..."
İbrahim Hakkı Konyalı şöyle devam ediyor:
"Merhum Kemal Bey’e dikte ettirdiğim rapor şu idi: ...Şimdi bu ihtiyar mabedin yaşı daha da ilerlemiştir. Minareler, ana kubbenin dayandığı son payandalardır. Eğer minareler yıkılacak olursa, kubbe tamamıyla yere serilecektir. Ve tetikte bekleyen Hristiyanlık âlemi de Türkler Ayasofya’yı yıktılar diye feryadı basacaktır... Ve minarelerin yıkılmasından vazgeçildi." (İbrahim Hakkı Konyalı, Ayasofya Minarelerini Nasıl Kurtardım, Yeni İstiklal Gazetesi, 13 Nisan 1966)
Bugüne geldiğimizde müzeye dönüşünden tam 86 yıl sonra Prof. Dr. Ahmet Şimşirgil’in ifadesiyle; “Ayasofya'nın yeniden camiye dönüştürülmesinin önünde siyasi, hukuki ve idari açıdan hiçbir engel bulunmuyor.”
Acaba bu gelişmelerde; ABD’de siyahi George Floyd’un ırkçı bir polis tarafından öldürülmesiyle başlayan Batılı ülkelerin dayatmalarını hedef alan küresel direniş dalgasının payı var mı?..