İstanbul Sözleşmesi üzerindeki tartışmalara muhalefetin karşı cephe açması normaldir. Ancak “kadim değerlerimizi yaşatmak ve gelecek nesillere aktararak ülkemizi büyütmek için tüm samimiyetimizle çalışıyoruz.” diyen bazılarının onların arasında ne işi var?
Tartışmanın seyri bana geçtiğimiz yaz seviyeli bir bürokratla üçüncü bir şahıs hakkında yaptığımız bir tartışmayı hatırlattı. Ben “Adam evliya değil ama eşkıya da değil” derken muhatabım onu acımasız bir eleştiri yağmuruna tutuyordu. Sonunda bana “Bak hele yav!.. Biz aynı adamdan mı bahsediyoruz?..” deyince “Maalesef öyle, aynı adamdan bahsediyoruz ve ikimizden birinin kanaatini değiştirmesi için referansları iyi okuması lazım...” dedim.
İstanbul Sözleşmesi için benim kanaatim “Bu sözleşme bir yıkım aracı!.. Sözleşmenin rahat uygulanabilmesi için çıkarılan 6284 no.lu kanun ise, aileyi çökertmekte kullanılan başlı başına bir yıkım vasıtasıdır. İstanbul Sözleşmesi; Türk İslam aile yapısını yıkmak isteyenlerin ellerine verilmiş en tesirli silahtır. Panzehri olmayan bir zehir gibidir…”
Şimdi beni bu kanaate yönlendiren bizzat sözleşme metninde yer alan “yıkıcı maddelerden” sadece bir kaçını arz edeyim. Aksini iddia eden aynı sözleşme metnini kullanarak cevap vermelidir.
İstanbul Sözleşmesi, TBMM tarafından 14 Mart 2012’de kabul edilip, 1 Ağustos 2014 tarihinde de yürürlüğe girdi. Herhangi bir çekince koymadan sözleşmeyi imzalayan Türkiye de sözleşmedeki hükümlere uygun şekilde 6284 sayılı Ailenin Korunması Hakkında Kanun’u da yürürlüğe koydu.
Yürürlüğe girdiği tarihten itibaren üzerinde sürekli tartışmalar yapılan sözleşmede temel konuları arasında;
Toplumsal cinsiyet eşitliğini düzenleyen maddeler (3,4) “toplumsal cinsiyetin önünde engel olabilecek kalıp roller, ön yargılar, örf ve âdetler, gelenekler ve diğer uygulamaların ortadan kaldırılması için devlet tüm tedbirleri alır diyerek “Eş cinsel birlikteliklerini yasal teminat altına almakta” ve bu durum toplum yapısını bozmaktadır.
Bütün feminist hareketlerin, eş cinsel oluşumların kalkış noktası bu sözleşmedir. Nitekim Diyanet İşleri Başkanı Ali Erbaş cuma hutbesinde "İslam zinayı en büyük haramlardan kabul ediyor. Lutiliği, eş cinselliği lanetliyor" dediğinde Ankara Barosu "…Bu sözler, Türkiye’nin de taraf olduğu Avrupa Konseyi İstanbul Sözleşmesi’nin üçüncü maddesine aykırıdır. Ayrıca Avrupa İnsan Hakları Sözleşmesi’nin 14. maddesi de ayrımcılık yasağını açık olarak düzenlemiştir” açıklamasını yapmamış mıydı?
Taraflar arasındaki anlaşmazlıklarda erkeğin ne söylediğinin ve olayın gerçekte ne olduğunun bir önemi yoktur. Ve 6284’e göre şiddet sadece dayak yemek değildir; erkeğin eşine “sürekli nereye kaç lira harcandığını sorması, ısrarla telefonla araması, kimlerle arkadaş olduğuna karışması da şiddettir.”
Koruyucu tedbir kararı verilebilmesi için şiddetin uygulandığı hususunda delil veya belge aranmaz (6284-Uygulama yönetmenliği Md.30/3) denilip “Kadının beyanı esas alınarak erkekler için verilen evden uzaklaştırma kararları” aileleri parçalamaktadır.
Bu sözleşme parçalanmakta olan aile “birleşsin” diye değil “birleşmesin” diye tedbir (!) almaktadır. Devlet “…uzlaştırmada dâhil alternatif çözüm süreçlerini yasaklamak üzere gerekli hukuki veya diğer tedbirleri alır.” (Md.48-1) denmektedir.
“Taraflar arasında şiddetin sonlandırılması için yapılacak her tür ara buluculuk ve uzlaştırmanın yasaklanmasını” düzenleyen bu madde sosyal hayatın temeli olan “nasihat ve ara buluculuğu” öldürmektedir. Yani baba, anne, karı, koca, dede nine, komşu, arkadaş hiç kimse uzlaşmacı rolüne soyunamaz!..
Bunlar uygulamadan kaynaklanan sorunlar değil, sözleşmenin omurgasıdır. Görünen bir gerçek var. Türkiye acilen bu sözleşmeden imzasını çekmeli. Hepsi bu!..