Avrupa virüs salgınında ölenlerin cesetlerini buz pistlerinin üzerine istiflerken içerideki Batı kompleksine kapılmış sözde aydınlar dar zamanları bile kendi kültür ve milletini hakir görmek için bir fırsat olarak kullanıyor.
İngiltere Başbakanı Boris Johnson virüsle mücadeleye başlarken “sürü bağışıklığı” yolunu seçmiş ve “ölen ölür, kalan sağlar bizimdir” demişti. Virüs de gidip Galler Prensi Charles’ı seçti. Acaba diyorum, benzer bir durum bizde yaşansaydı neler olurdu?..
Cumhurbaşkanı Erdoğan’ın “önümüzdeki birkaç haftalık dönemi iyi yönetip, hem tıbbi, hem de psikolojik ve ekonomik olarak salgının üstesinden gelebilecek dirayeti ortaya koyabilmeliyiz. Sonrasını sabır ve dua ile aşacağımıza inanıyorum” demesine bile tahammül edemediler.
Avrupa Birliği üyesi ülkelerin, kendilerini yalnız bırakan birlik ve üyelerine “meğer birlik bir masalmış” diye tepkileri artarken Türkiye çoğu ülkenin tıbbi malzeme, maske, tanı kiti, dezenfektan gibi ürünler ile uzmanlık desteği taleplerini karşılıyor.
Kendini aşağılamak ve aşağılanmaktan beslenenler için yeteneklerimizi anlatmak zaman kaybıdır.
Bugün dünyanın kâbusu hâline dönen koronavirüs (Covid-19) salgını karşısında çaresiz kalan Batılılar iki asır evvelinde de hastalıklara karşı tamamen çaresizdi ve ancak sonradan Müslümanlardan öğrenerek ve tecrübeler yaparak dinimizde emrolunduğu gibi gayret ederek bugünkü tıp ilmini öğrendiler.
Demek ki tam da öğrenememişler…
Birinci Napolyon 1798’de Akka kalesini muhasara ettiği zaman, ordusunda veba zuhur etmiş ve salgın karşısında çaresiz kalınca, düşmanı olan Müslüman Türklerden yardım istemek zorunda kalmıştı.
O zaman yazılan bir Fransız eserinde şöyle demektedir:
“Türkler, ricamızı kabul ederek hekimlerini yolladılar. Bunlar tertemiz giyinmiş, nur yüzlü kimselerdi. Önce dua ettiler ve sonra ellerini bol su ve sabun ile uzun uzadıya yıkadılar. Hastalarda zuhur eden hıyarcıkları neşterle yardılar. İçindeki sıvıyı akıttılar ve yaraları tertemiz yıkadılar. Sonra hastaları ayrı ayrı yerlere koydular ve sağlamların mümkün olduğu kadar onlara yaklaşmamasını tembih ettiler. Hastaların elbiselerini yaktılar ve onlara yeni elbiseler giydirdiler. En nihayet tekrar ellerini yıkadılar ve hastaların bulunduğu yerlerde öd ağacı yakarak ve tekrar dua ederek ve bizden hiçbir ücret almadan yanımızdan ayrıldılar...”
Fransız yazarın naklinde dikkat çekici hususlar var: “Türkler, ricamızı kabul ederek hekimlerini yolladılar. Bunlar tertemiz giyinmiş, nur yüzlü kimselerdi. Önce dua ettiler ve sonra ellerini bol su ve sabun ile uzun uzadıya yıkadılar...”
Duayla başlayan ve dua ile biten bir operasyon… Çünkü “Dua” Allah’a yalvararak bir şeyin olmasını istemektir ve iki türlüdür: “Lafzi dua”, Allahü teâlâdan sözle istemektir. İkincisi ise “Fiilî dua”dır ve istenilen şeyin sebebine yapışmaktır.
Allahü teâlâ, her şeyi, bir sebeple yaratmaktadır. Allahü teâlâdan bir şey isteyenin, bu şeyin yaratılmasına sebep olan şeyi yapması lazımdır. Mesela, bir yeri ağrıyanın, ağrı kesici bir ilaç kullanması lazımdır ve ilacı kullanması, fiilî dua etmek olur.
Müslümanın, meşru olan bir sebebe yapışması lâzımdır. Çünkü Allahü teâlâ sebebi, istenilen şeye kavuşturmak için, bir kapı gibi yaratmıştır. Bir şeyin hâsıl olmasına sebep olan işi yapmayıp da, sebepsiz olarak gelmesini beklemek, kapıyı kapayıp pencereden atılmasını istemeğe benzer.
“Sonrası sabır ve dua ile aşacağımıza inanmak...”