65 yaş kısıtlaması uzunca bir süre alanımızı daraltsa da benim için bir fırsat oldu. Geriden gelerek okumak için sıraya koyduğum kitaplara ayıracak bol zamanım oldu. Bazı kitapları onuncu sayfasına kadar bazılarını on kere okumak gibi bir âdetim var. Elde değil bazıları şifalı bitki gibiler.
Prof. Dr. Bülent Yılmaz’ın geçtiğimiz yıl yayınlanan “İnsan gibi…” kitabı (*) bunlardan biri. Çok sayıda sosyal konunun işlendiği kitaptan “Bir Televizyon Dizi Filminin Yarım Saatlik Özeti Üzerine Düşünceler” başlıklı makalesini sizinle, sizin de “işte bu!..” diyeceğiniz bir bölümü paylaşmak istiyorum.
“Sadece yarım saatlik özeti ve sadece gözlemlemek için izle(yebil)dim. Sesi kapattım çoğu yerde. Çok bağırıyorlardı” diyerek başladığı tespitler tam yürek sızısı:
“Dizide normal yollarla hayat süren yok gibi. Memur işçi olarak çalışan, işe giden, evine gelen, kahvaltı eden, çocuğuyla oynayan yok. Normal yoldan, yasal yoldan para kazanan yok. Aslında normal hayat yok dizide. Normal sokaklar, mekânlar yok. Normal yolla yürüyen bir dostluk yok. Okula giden çocuk yok.
Lümpen, serseri bir hayat üretiyoruz bu dizilerde aslında.
… Türkçe berbat, tümüyle argo neredeyse. Sözcük sayısı son derece sınırlı. Yani şiir yazacak hâlleri yok tabii!
Bence filmin öğretmeye çalıştığı şey şiddet. Dilde, davranışta, sevgide, dostlukta şiddet… de… de… de şiddet. Bence şiddetin propagandası yapılıyor. 'Yaşasın şiddet!' deniyor. Kendimi özgürlükçü biri olarak bilirim, bu diziyi sürekli izlesem bu yapım değişebilirdi.
… Bu dizileri izleyen birisi bir çocuk, bir genç, toplum nice olur, ne olur? Allak bullak olur. Döver, söver, bağırır, öldürür, çalışmaz...”
Burada tam sizin de soracağınız soruyu Bülent Hoca soruyor; “… Bu dizi insanları neresinden yakalıyor?”
Ben yaştakiler bilir, eskiler böyle şiddetten beslenen tipler için “mazarrat adam, mayası bozuk” derlerdi. Zaman içinde “maya” dediğimiz insan yapısının yiyip içtiği ile vücut bulduğunu öğrendik. Tabii buna ruhsal ve duygusal yapısı (karakter) için “konuşup görüştüğü, paylaştığı ve okuyup seyrettiklerini” ilave etmek gerekiyor.
Burda bilerek veya bilmeyerek yapımcının, yayıncının, aktörün katkıda bulunduğu şey “insan repredüksiyonu, insan inşası”dır. Okuduklarımız, seyrettiklerimiz, izlediklerimiz, yaşadığımız şehir, gezdiğimiz sokak, görüştüğümüz dostlar bu yapıya harç taşırlar.
Hele her gün tekrarladıklarımız var ya! İşte onlar önce “hadi canım sen de... daha neler!” diye hayret, ettiklerimiz, sonrasında itiraz, derken uzlaşma ve sonunda teslimiyet ile yol tamamlanır.
Uzmanlar “Aman dikkat! Aman dikkat! Tekrarladığınız şey sizin hakikatiniz olur...” diyor.
Tekrarında fayda var; Kral Lear’in ilk provasında Kral rolünü oynayan aktör ağlayarak “Ben gecekonduda yaşayan yoksul biriyim sen bana Kral rolü oynatıyorsun olacak iş mi?” deyince Shakespeare “İnsanlar bulundukları ortama uygun hareket ederler, birkaç provadan sonra sen de kendini Kral zannedeceksin, seyirci de…” demiş.
Şimdi geriye dönüp “çuvaldızı batırma” sırası kendimize gelince Sayın Bülent Yılmaz’ın sorusu kaçınılmaz:
Dizi mi hayatın yansımasıdır, hayat mı dizilerin? Yoksa ikisi de birbirini mi üretir, besler yoksa? Toplum yemese niye böyle yemekler yapılsın ki? Yoksa böyle yemekler suna suna toplum iştahla yemeye mi başladı?
.....
(*) Prof. Dr. Bülent Yılmaz “İnsan Gibi” denemeler/İstanbul-Hiperyayın 2019