Kürt siyasetini kimin temsil ettiği bazılarınca hâlâ muammadır. PKK'nın durup dururken ateşkesi bozması ortada kalmış bir Kürt siyasal hareketini sahiplenmek ve liderliğini dayatma kavgasıdır.
Kandil "bu işler benden sorulur" diyen Öcalan ve HDP'ye "patron benim" diyor.
Bu durum bana Peter Guber'in naklettiği bir hikâyeyi çağrıştırdı:
"Üç bin yıl önce Mısır kralı çılgın bir adamdı ve bir av partisindeki davranışları ile köpeklerini o kadar kızdırmıştı ki köpekler onu timsahlarla dolu Nil nehrine kadar kovaladılar. O sırada kocaman bir timsah nehir kenarında yayılmış güneşleniyordu. Krala kendisini nehrin karşı kıyısına taşımayı teklif etti. Kral o kadar çaresizdi ki kabul etti. Rivayet o ki timsah onu salimen karşı kıyıya götürdü. Ancak bu kurtarıcının Timsahlar Kralı SOBEK olduğu anlaşıldı.
Kralın hayatı karşılığında ondan ciddi bir değişim talep ediyordu.
Kralı aklını başına toplaması, halkıyla birlikte nehir ve içinde yaşayan canlılara gereken saygıyı göstermesi gerekiyordu.
İnsanlar gereğini yaptıkları sürece güvende olacaklardı..."
Sorun, "Ben bu toprakların ürünüyüm, ama Selahattin Demirtaş uluslararası projedir" diye kendisini nehrin timsahı sanan Öcalan'ın Kürt siyasetini baştan beri tek taraflı olarak temsil yanılgısı ve arkada kalan hükümetlerin de bunu yutmasıdır.
Nehirden çok sesli bir koronun (İmralı-Kandil-HDP) akort tutmaz çığlıkları geliyor.
Türkiye'deki Kürtler dâhil büyük toplum kesimi uzlaşma çizgisine yaklaştıkça çok sesli koro çıtayı ileri taşıyor. Hükümet bir gölgeyi kovalıyor sanki.
Toplumun barış isteğine uyarak daha önce hayal bile edilemeyen yerlere tırmanma cesaretini gösteren AK Parti hükümetinin eli böyle havada kalıyor.
Avrupa kavgayı besliyor, çözüm için siyaset üretmek yerine olaylara hep Kandil tarafından bakmaktadır. Hükümet ise İmralı merkezli bir yaklaşım sergilerken Kürt kamuoyunu kazanmak adına ciddi teşebbüsleri oldu. Çünkü Batının senaryosunda asıl stratejik hedef Kürtlerin geleceğini belirlemek değil, Türkiye'nin gelecekteki rolünü belirlemektir. Nitekim bu sorunun cevabı da Orhan Miroğlu'nun "Avrupa'da bugün PKK'lı diplomatların itibarı, BDP'li diplomatların itibarından neden daha fazladır?" tespitinde saklıdır.
Bir sorunda doğru muhatabı bulursak çözüme yaklaşırız.
PKK'nın silahsızlanma diye bir gündemi asla olmadı. Sadece silahlı mücadeleye gerek kalmadan özerk Kürdistan'ı kurmanın hayallerini kurdu. Süreci bunun için altyapısını güçlendirmekte kullandı. Öcalan, PKK ve HDP arasındaki farklı düşünceler serdetmeleri paslaşmaktan ibaretti.
Öcalan, Demirtaş ve Kandil bu süreci yönlendiren kişi değil, büyük güçlerin yazdığı senaryoda rolü olan kişilerdir. Doğru siyaset onları Batının yazdığı senaryodan çıkarıp hükümetin kendi senaryosundaki role oturtmaktır.
Uzun yıllar boyunca kendilerine benzemeyenlerin inançlarına, fikirlerine hayat biçimlerine duyulan "öfke" üzerinden üretilen, baskı ve zorbalığa dayanan ve sevgiyi yok sayan siyaset, dost gibi görünen ülkelerin bile Türkiye'nin bölgesel etkinliğini zayıflatmak için bu sürece olumsuz etki yapması dağı besleyip, terörün çapını bu kadar büyüttü.
Hâlâ dağ ile siyaset dili arasında bocalayan HDP, İmralı ve Kandil'in arkalarındaki devletler, tüm aktörlerin sahne aldığı bu oyunda bir nehrin yatağı değiştirilmeye çalışılıyor ve kolay değil.
Nehir halkını kazanan kavgayı kazanır...