Gruplar hâlinde siyasiler, merkezlerinde adaylar hemşehri ziyaretleri yapıp önümüzdeki seçim için kendilerini ve hayallerini anlatıyorlar. Halka sevimli ve ikna edici gelen “hemşehrim, biraz bakar mısın, seni dinlemeye geldim. Şehrimiz için bana hayallerini anlatır mısın?..” diyenlerdir.
Bana göre seçimler çok daha önce kazanılır veya kaybedilir.
Şehirle-siyaset arasındaki ilişkiyi sadece seçim süreci dediğimiz üç beş ay içine ve adayların arasına sıkıştırmak doğru değil. Belki daha doğrusu şehirlerin geleceğini sadece siyaset aktörlerine havale etmek şehirlerin kendi gelişim serüvenlerinde, “ben bilirim” havasına girip, hemşehri sorumluluğunu dışarıya atıp, sorumluluğu siyasi tercih ile sınırlamak şehirlerin köklerini bağlar.
“Seçimleri kazanan aday değil halk olmalı” dediğimizde kimsenin itirazı yok. Ama bu sözün gerçek hayatta karşılığı olmalı. Halkın kazanması ne demek? Eğer yaşadığı şehrin hormonlu patlıcan gibi kontrol dışı gelişmesine hemşehrilerinin seçim öncesi zamanlarda müdahalesi yoksa halkın kazanması kimin neyine!
Seçimler yaklaştıkça sonuçları ile ilgili olarak konuşulan tek şey “hangi adayın” kazanacağı üzerine. Sebebi genellikle bellidir, çünkü konu şehirlerin değil hangi adayın daha önemli olduğunu konuşanın geleceği ile ilgili.
Peki, şehirler, şehirlerin kimliği, şehirlerin yapısı, geçirdikleri değişimler, şehirlerin karşılaştıkları problemlerin; daha çok konuşulması gerekmez mi?
19. yüzyılın ortalarında yazdıkları bugünün yerel politikalarına da yön veren Siyaset Bilimci Toucqueville’in “Hemşehrilik" tanımı günümüzle çok örtüşüyor: "…Yaşadıkları yerleri bir yabancının malı gibi görmektedirler... Yaşadığı mekânlara sahip çıkmak, onları güzelleştirmek ve düzeltmek çabası akıllarından geçmemektedir… Bu davranış biçimini o denli ileri götürdüler ki, kendileri veya çocuklarının hayatları tehlikeye düşse bile kollarını bağlayıp tüm ülkenin kendilerine yardıma gelmesini beklerler..." ve bu tespitleri hâlâ geçerli.
Şehirler, nüfusunun ticaret, sanayi ve hizmetle ilgili işlerle geçimini sağladığı toplumsal ve kültürel bir örgütlenmenin olduğu, insanların barınmadan, eğlenmeye tüm ihtiyaçlarının karşılandığı ve sürekli bir gelişim gösteren, bütünleşme derecesinin yüksek olduğu yerleşim yerleridir.
Şehirlerin büyüme ve gelişmesi sadece enine boyuna değil ruhları, karakterleri de değişiyor. Bu değişime “şehir aklı” müdahale etmediği, yön vermediği zaman bir süre sonra insan şehri içinde yabancılaşır, hayat alanı daralır.
Yerel yöneticiler şehri dinlemediği zaman yönetici-halk-şehir yabancılaşır.
Geçtiğimiz yıl, Cumhurbaşkanlığı Külliyesi’nde Çevre ve Şehircilik Bakanlığı tarafından yapılan Şehircilik Şûrası'nda Yerel Yönetimlerin Rolü üzerine konuşan Özhaseki “Şehirlerimiz canlı bir organizma gibidir. Değişir, gelişir, yeni ihtiyaçlar baş gösterir. Zamanın ihtiyacına göre yenilenme zarureti belirir. Şehirlerimizin geleceği, yerel yöneticilerin ufkuyla doğru orantılıdır. Yerel Yönetimler bazındaki çevre-şehircilik faaliyetlerine nasıl ufuk ve yol açabiliriz…” demişti.
Aranan ufuk için fazla uzaklara bakmaya lüzum yok. Adaylar yaşadıkları mekânı dinlesinler yeter. Hayata nasıl bakıyorsak, yaşadığımız şehirlerde öyle şekil veririz. İnsan inşa ettiği şehirlerde kendini de ortaya koyar, sakinlerinin âdeta aynası gibidir.
Şehir bize sesleniyor!..
Hemşehrim! Biraz bakar mısın? Sokağı, kaldırımı, çarşısı, pazarı, eğlence mekânları, camileri, hanları hamamları, spor alanları, parkları bahçeleri ile. Ne görüyorsak o kendimiz...
Beğendiklerimiz katkımız, beğenmiyorsak suskunluğumuzun bedelidir...