Uzunca bir makale okudum, adam destan yazmış. ülkesi için çalışmak, küresel baronların kurum ve uzantılarından, lobilerinden ülkesini kurtarmak, millî sanayisini geliştirmek nasıl olacak?.. Tabii ki servetle. Önce servet sahibi olacak sonra ülkeyi küresel baronların elinden kurtaracaktık.
Bir zamanlar o kadar didindik ki “zenginliğe” ulaşmak için sahip olduğumuzda ülkeyi vesayetten sanayiyi küresel baronların tasallutundan, kalemi uşaklıktan, kültürü ithal malı olmaktan kurtaracaktık.
Sonra gün geldi zenginliğin eteğinden tuttuğumuzda fark ettik ki üstümüze çöreklenmişlere benzemişiz. İnsanlar inandıkları gibi yaşamayı bırakınca, yaşadıkları gibi inanmaya başlar. Meğer kültürel ve toplumsal alışverişe girebilmek için vazgeçilmez zannettiğimiz zenginlik Necip Fazıl’ın işkence yatağına dönmüş.
Bir adamı tepe üstü dikmek istiyorsanız onu hak etmediği bir servete boğun. Menzil kısa mükâfat büyük olsun. O servetini yiyemeden serveti onu yiyip bitirecektir!..
Servet ve zenginlik güç ve iktidar araç değil amaç olursa insanı bozar ve boğar. Buna “Sekülerleşme” diyorlar. Paraya uşaklık yaptırmak değil paranın uşağı olmak…
Verdiği rahatlıkta kaybolan insanların hikâyesi bana Necip Fazıl'ın zindan günlerindeki “İnsan yiyen yataklar" hikâyesini hatırlattı. Sizle bir bölümünü paylaşayım...
Üstad diyor ki:
“Bir zamanlar o kadar didinirdim ki, yatak, bana rahmet ve şefkat bucağının ta kendisi gibi görünürdü. İnsanı, sıcak bir dost gibi örten, saklayan, başının üstüne kadar peçeleyen yorgan altında, her mesamemin bir petek gibi uykunun balıyla dolduğunu duymak, kendimden geçmek, bazen o kadar korktuğum kendimi kaybetmek...
Ve sonra neşeyle, şevkle, zaferle uyanmak... Dünyayı bıraktığım yerde bulmak ve hâkim bir süvari edasıyla hâdiselere binmek...
Yatak, işte benim için bu hazzın, biraz da hasretin remziydi... Ona ayıracak zamanım o kadar dardı ki, hazzın içinde hasret de başını almış gidiyordu. Öyle mi, bu da mı böyle ?.. Al sana şimdi yatağı ve hiç çıkma içinden!..
Yatağın, bu tüylü yatağın, işkence usulleriyle meşhur ne Çinliler, ne de Moskoflar tarafından keşfedildiğini sanıyorum. 'Çin İşkenceleri' isimli bir kitapta neler gördüm, neler! Moskof işkencelerine dair neler dinledim! Fakat kaç para eder?
Düşmanınızı -hiçbir zaman düşmanınıza işkence etmeyin ya- kuş tüyü şilteli, yastıklı ve yorganlı bir yatağa yatırınız, aslâ kalkmaması için başına bir nöbetçi dikiniz ve sonra isterse ona bu muameleyi bir sarayda tatbik ediniz! Bakın, az zamanda ne olacaktır!..
Ufak tefek kalkışlara, zarurî ihtiyaç davranmalarına izin verebilirsiniz. Hiç kabalık, sert, acı, maddî zor kullanmayacaksınız! Sonra, insan yiyen yatağın mânevî dişlerini kırmış ve şiirini bozmuş olursunuz. Sıhhatli düşmanınıza, canı çekiyorsa, tepsi tepsi baklava börek de takdim edebilirsiniz. 'Sıhhatli' kelimesine dikkat...
İnsan yiyen yatağı anlamak için, sıhhatli sıhhatli onun içinde kalmaya mahkûm olmalıdır. Hasta, sıhhatliden daha az kuvvetli sanılırken, hastalığı yüzünden yatağın ince, çok ince dişlerini duymayacağı için, bakın ne kadar kuvvetli!..
Az zamanda, düşmanınız, beden ve ruh yapısı bakımından, güvelerin toz duman hâline getirdiği bir mendile dönecektir...”
Sekülerleşme, insanı ve toplumu yok etti, ontolojik şiddet üretti, hem hayatı anlamsızlaştırdı; hem de insanı hız ve haz arasına hapsederek hakikatten uzaklaştırdı.
Ve bunu gıdıklayarak yaptı… İnsanı beden ve ruh yapısı bakımından, güvelerin toz duman hâline getirdiği bir mendil hâline dönüştürerek...