Gazete, kitap okumayan bir toplumun kendini bitireceği hususunda hemfikiriz. Ancak bu okuma fukaralığının nereden beslendiği konusunda biraz farklı düşünürüm.
İki grup insanın kendilerinin muhatapları tarafından iyi anlaşılamadığından şikâyetlerine sıkça şahit oldum. Biri “siyasetçiler” diğeri ise “yazarlar”. Her iki gruba da yakın bir yerde durduğum için çoğu zaman bu tespitlerinde haklı olduklarını gördüm. Ancak bu sonucu ortaya çıkaran sosyal medya ve muhataplarının vasatı ile beraber “kendi durdukları yer”in de önemli payı olduğunu düşünüyorum.
İbni Haldun, ilim ve düşünce adamlarına kibir bulaştığında yukarıdan saltanat sahipleri, arkadan halk ekseriyeti ile irtibatlarının kesilebileceğini ve yalnızlaşacaklarını Mukaddimesinde yazıyor.
Politikacı ise başarısızlık durumunda kolay yolu seçer ve yaptığı hizmetlerin tabanda yeterince takdir edilmediğinden şikâyet eder. Bu sonuca nereden varır? Onu bu kanaate iten sürekli etrafını kuşatma altında tutan seçmenle ilişkisini koparan “yağ” tabakasıdır. Bir başarısızlık varsa bunun beyefendiyi ikna edecek bir izahı ve müsebbibi olmalı. Her kimse aranıp bulunmalıdır kısa sürede bulunur ve ilan edilir. “O suçlu hizmetleri takdir etmeyen seçmendir!..”
Yazarlar için de durum farklı değil. Fikri çile ve müşahede ile kanayan bir yaraya işaret eden yazar muhataplarına kitapları, makaleleri ile temas sağlar, mesajını iletir… Kitap, gazete, dergi ile okuyucu mesajınızı alacaktır.
Üstad Necip Fazıl'ın farklı zaman ve yayınevlerinden çıkmış bütün eserlerini müteaddit defalar almış, her birini zamanı ve adamına rastlayınca hediye etmiş sonra tekrar yenilemiş bir insanım. Bir havuz gibi sürekli yenilenen küçük kütüphanemde hiçbir kitaba yaşlanma fırsatı vermedim.
Hediye ettiğiniz kitabın muhatabınız tarafından göreceği ilgiyi önce sizin o kişide bıraktığınız kanaat belirler. Anlattığınız “dertten” önce sizin mustarip olduğunuzu hissedecek ve görecek. Sonra da kitabın yazarında arayacaktır. Bunu kısa süredeki söylemler değil uzun sürede arkada bırakılan ayak izleri belirler.
Muhatabının hayatını değiştireceğini iddia eden bir adam önce kendi değişmeli… Böyle olduğuna inandığım her yazarın bir kitabı bir gencin yeni bir hayatta yeşerdiğidir... Burada önemli olan vârislere kaç cilt kitaplık bir cep kütüphanesi bıraktığımız değil bir kitabın sahadaki “okunma katsayısı”dır.
Kendisine Sezai Karakoç’un “üç kasidesini” verdiğim bir arkadaşım yıllar sonra görüştüğümüzde beni Ebül Beka Salih bin Şerif’in “Çıkan iner kalkan düşer, her yükselişin var bir sonu...” mısraları ile karşılamıştı.
Üstad Necip Fazıl Kısakürek, Seyyid Ahmet Arvâsî, Yavuz Bülent Bâkiler ve ismini sayamadığım değerler ve nice yazarların sayısız kitaplarını kısa bir değerlendirme sonrası bir genç adama ulaştırmanın zevkini anlatamam. Bu da salgının bir başka türü.
İnancım şudur; eğer yazarın kendisinin veya onu iyi okuyup anlayan bir aracı/okuyucusunun teması varsa o emek ortada kalmaz. Buradan bakınca, son kitabının kaç sattığının ne anlamı var? Sadece istatistiklerde yer alır hepsi o kadar.
Yoğunluk genişliği her zaman yener…
Üstad Necip Fazıl’ı sıvaları dökük bir sinema salonunda ilk dinlediğimizde lise öğrencisiydik. Salkım saçak insanların arasında nefes almadan “İman ve Aksiyon” temalı konuşması üç saat sürdü. Bu konferansın kitap hâlinde yayınlanması uzun yıllar sonra oldu. Bu aradaki sürede, ortada kitap yok diye “muhteşem hitabı" zayi etmedik, bizde kalanı anlattık kitap arkadan geldi.
Nerede birlik olmanın zarureti konu olsa; üstadın o konferansında “Aman haa...” diye başlayıp “Birbirinizle çekişmeyin…” işte aksiyonu öldüren ahlak “Yoksa korku ile zaafa düşersiniz, rüzgârınız kesilir...” Bu ne büyük Kur’ân-ı belagattir diye devam eden hitabını paylaştım.
Kayda değer bir hayat yaşayanlar mutlaka kayda değer bir insandan etkilendi, hepimizin yüreğine dokunan insanlar var. Bu, doğrudan da olabilir kitapları üzerinden de olabilir. Ancak… insanlar önce “ayak izlerine” bakarlar...