Sürekli Tweet atıyorlar, gıda mühendisleri gıda terörüne karşı seferberlik ilan etmiş. Haklılar.
Geçtiğimiz yaz tarım çalışanı bir dostu ziyaret etmiştik. Domates ekili tarlasının bir köşesindeki tahta seki üzerinde sebze yetiştiriciliği üzerine uzunca dertleştik. Binlerce fideden oluşan domates tarlalarının fide uçlarındaki siyah marazları ve mahsule verdiği zararı anlatınca bizim sohbetin de tadı kaçtı.
Bölgedeki domates ekiminde tohum ve fide temini, ilaçlama, satış ve gıda denetimindeki başıboşluk ve vurdumduymazlığı dinleyince tadımız tuzumuz kalmadı:
"Şu anda tarlalardaki fidelerin % 98'i hastalıklı ve bu üründe verimi yarı yarıya düşürüyor. Zararın köyümüzdeki parasal karşılığı ilave ilaçlamalarla iki trilyondur. Tohum ve fide temininden başlayarak pazara kadar el yordamıyla iş yapıyoruz. Köydeki fide miktarı bir milyonun üzerindedir ve çoğunluğu dışarıdan geliyor. Bu hastalıklar ithal tohum kaynaklı fidelerle musallat oluyor, fide üreticisi ile hesaplaşmak için tarım il müdürlüğünden 'fidelerin hastalıklı olduğuna dair rapor verin' diyoruz onlar da 'biz veremeyiz' diyor..."
Dostumuz, daha sonra kırmızı renkli domateslerin yanına tarlanın bir köşesinden topladığı daha iri, kokulu pembe renkli birkaç domates koydu.
"Bu da sizin yıllardır lezzetine hasret kaldığınız yerli Osmanlı domatesi. Her hasat dönemi ürün verebiliyor ve sürekli tohum ithal etme bağımlılığını ortadan kaldırıyor. Lezzeti ve genleriyle de oynanmamış. Bu tohumlarla İsrail'e olan bağımlılığımız da ortadan kalkmış olacak, Çünkü bu tohumlar her dönem mahsul verebiliyor oysa İsrail tohumlarıyla sadece bir kere ürün alabiliyorsunuz" dedi.
Anlatılanlar bana birkaç yıl önce İngiliz Veliaht Prensi Charles'ın Türkiye'ye yaptığı ziyaretle ilgili bir olayı hatırlattı. Prens Charles, Türkiye'deki organik bağlarda yapılan uygulamalarla ilgili bilgi almış, organik olarak üretilen kuru yemiş ve bakliyatları incelemişti. "Prensin ziyaretinde benim için ayrılırken uçağına doldurduğu kasalar dolusu sebze önemliydi" diyen Ruhi Mehmet Çilek şu tespitleri yapmıştı:
"Koca Prens herhalde Türkiye'nin domatesine muhtaç değildi ve bu kasaların bir anlamı olmalıydı. Evet, Prens yanılmıyorsam Kaz Dağı'nda kendisi için yetiştirilen organik sebzeleri ülkesine götürüyordu. Meğer o civarda yaşayan birkaç aile sürekli kraliyet ailesinin sebzesini yetiştiriyormuş ve kraliyet ailesi sadece bu sebzeleri kullanıyormuş."
Gelelim işin teknik meselesine.
Tarım ve Köyişleri Bakanlığı'nda (muhtemelen 5 yıl önceki rakamlar) 115 bin kişi çalışıyor, 196 üniversitemiz, 23 ziraat fakültemiz, 58 tarım araştırma enstitümüz ve 10 bin işsiz ziraat mühendisimiz var. Buna rağmen Türkiye tohumda dışa bağımlı, tohumun patronu ise İsrail. Bu tohumların bir ekimlik olduğunu bilmeyen yok. Yani İsrail'den bir defa tohum almakla kurtulamıyorsunuz. Bir gram tohumun fiyatı her dönemde bir gram altına denk oldu.
Üstelik İsrail tohumunu toprağa bir ektin mi artık isteseniz de yerli tohuma dönemiyorsunuz. Genetik tohum o toprağa da zarar veriyor. Artık hep bu genetik tohumu kullanmak zorundasınız. 50-70 yıl sonra ise toprak kullanılamaz hale geliyor.
Her dört kişiden birinin tarımda çalıştığı, halen yıllık 62 milyar dolar olan tarım üretiminin 2023 yılında 150 milyar dolar olması hedeflenirken, gıda güvenliği giderek önem kazanırken, domates tohumunu hâlâ kendimiz üretemiyor, ziraat mühendisini tarla yerine ofislere mahkûm ediyoruz.
Bence gıda zehirlenmesinden önce fikren zehirleniyoruz...