Sekülerleşmenin bizi getirdiği yer; sevdiklerinin kaybı sonrası maruz kaldıkları ruhi çöküntüyü bertaraf etmek isteyenlerin bir araya geldikleri “ölüm kafeleri” varmış. İnsan dinden bağımsızlaşınca mescit yerine sığınacak bir otorite, hegemonya ve meşruiyet kaynağı arar.
Sekülerleşme/dünyevileşme ile dini insan hayatından çıkaranlar dünyevi olan her şeyi dinselleştirip din dışı kutsallıklar uydurdu. İnsanın aklını, özgür iradesini ve seçimini "kilise" otoritesinden ve tasallutundan kurtarmak için yola çıkan Batı, kendi materyal kiliselerine ve güçten beslenen gücü temsil eden yeni ruhban sınıfına biat etti. Ancak, bu zihniyet ölüm gerçeği karşısında güçlerinin yetmediği yerde.
Seküler kültürün mensupları, ölümü değil ölüm korkusunu yok etmenin yolunu arıyor. “Ölümü görmezlikten gelmek ve unutmak yerine onun üzerine gitmek, onunla savaşarak ölüm korkusuyla başa çıkmak.”
Ölümle yüzleşmek için arayış içine girmeye gerek yok. İlla da isteyenler Karacaahmet Mezarlığı’ndaki gasilhaneyi ziyaret etmeli. En yakın hastanenin morguna da gidebilirler. Yan yana sırt üstü yatan ölüler susarken insana çok şey anlatır.
Başkasının ölümü üzerinden konuşmak ahlaki değil ama eğer ölüme bir nefes mesafesinde yaklaştıysanız anlattıklarınız ikna edici olabilir. Ben kendi tecrübemi paylaşayım.
O gün ailemle bir haftalık bir tatil için Samsun’dan Adapazarı’na gidiyorduk. (1988) Karabük-Gerede yol ayrımına yaklaştığımızda son hatırladığım yolun her iki tarafında sıra kavakların tepe dallarını esen şiddetli rüzgâr ile yol üzerine doğru baş eğen bir insan gibi eğmeleriydi. Bir ihtiram mangasının son yolcuyu uğurlayan kederli neferleri gibiydiler.
Sonra resim birden değişti ve kendimi sırt üstü bir sedyenin üzerinde çok sert ışık altında acı ile yatarken buldum. İlk fark ettiğim üzerime eğilmiş bir hemşire devasa bir şırınga ile karın bölgesinden kan çekiyordu.
“Ne yapıyorsunuz ne oluyor?” dedim. “İç kanamanız var kan alıyorum…” dedi. Doğrulup kalkmak istedim acı ile kasıldım. “Kımıldamayın” dedi, “Beliniz kırık, kolunuz zaten dağılmış…”
“Neden?..” dedim. “Kaza geçirdiniz” diyebildi. Başımı sağ tarafa çevirdim. Büyük kızım hemen yanımda bir başka sedyede. Çok kötü bir durum değil mi ama daha kötüsü var. Onun küçüğü de üçüncü sedyede her ikisi de çok ağır ve şuursuz yaralı. “Hanım ve annem nerede?” diye sordum, hemşire başını eğdi cevap vermedi. Anladım, onlar ebediyen ayrılmış…
Uzun bir tedavi süreci geçirdik, aylar sonra banyo yapabildim, bir yıl sonra iki elimi kullanarak yüzümü yıkayabildim.
Üçüncü ay kadar sonra bir gece yarısı telefonum çaldı. Arayan il dışından bir arkadaş, özür dileyerek başladığı konuşmasına şöyle devam etti.
“Ailece büyük bir depresyon geçiriyoruz, bu durum bir anlık aile sorunu değil, aylardır devam ediyor. Altında kaldım. Kimseye zarar vermek kimseyi incitmek istemiyorum. Yol bulamadım, intihar etmeye karar verdim ama birden sen aklıma geldin. Sen hastanede yatarken ziyarete gelmiştim. Teselliye geldik ama teselli bulduk. Gözlerindeki pırıltıyı hiç unutmadım, belki içinde bulunduğum bu duruma bir çözüm bulabilirsin diye düşündüm.” dedi.
Uzunca konuştuk. Sabaha kadar sürdü bu konuşma. Özeti şudur “Sorunlarını çözmek için ölmen gerekmez, sadece öldüğünü varsayarak yaşa bu sana yeter… Hayatının her gününü son gününmüş gibi yaşa, zaten bir gün haklı çıkacaksın…”
Arkadaş o gün intihar etmedi, konuşulanlar işe yaradı. Gerçek şu ki, nasihatçi olarak “ölüm” yeter…