Salgından önce en çok sahip olmak istediğiniz üç şeyi hatırlayın ve salgınla yüzleşince bir bakın bakalım bu üç önemli şey yerinde duruyor mu?..
Daha önce nakletmiştim enkaz altında üç gün kaldıktan sonra çıkarılan bir arkadaşımızın “Eğer sevdiklerimle birlikte, yiyecek ekmeğim içecek suyum varsa ve yattığım yerden doğrulup kalkabiliyorsam bundan sonra hiçbir şeyden şikâyet etmem...” dediğini nakletmiştim. Hayat böyle bir şey karantina bize kayıplarımızın kıymetini öğretiyor.
İnsanlar ve toplumlar hayata bakışlarını kolay değişemezler. Taa ki, ister kişiyle ister toplumla sınırlı olsun başa gelen musibetler hayata bakışımızı değiştirir, her şey yer değişir. Fırtına geçtiğinde kaldığımız yerden hayat devam eder…
Sosyal, zihnî, manevî temasa dayanan sosyal hayatı budayan salgının bizi mahkûm ettiği yalnızlık aslında çok daha önce başlamıştı. Sosyal medya ile insanlarla konuşmaya alıştığımızdan yüz yüze iletişimin budanmasını fark edemeyenler vardı. Sosyal medyanın ektiği yalnızlığı korona topluyor.
Hayatımıza sinsice girip bizi esir hâline getiren sosyal medya korona ile iş birliği yaparak insanı kökten yalnızlığa mahkûm etti. Kirletip berbat ettiğimiz “ortak hayat kültürümüz” hepten hayatımızdan çıktı.
Bu da geçer yahu!.. diyelim. Çünkü geçmişte bütün dünyada ağır sonuçları olan ve bizi de etkileyen salgınlar yaşandığını biliyoruz. Ancak salgının hengâmesi içinde geleceğimiz için endişe verici olan “yerleşik tehditleri” göz ardı edemeyiz.
Bizim üzerinde durmamız gereken sıkıntılardan beslenerek “insanların giderek mutsuz, psikolojisi bozuk, herkesle kavga etmeye hazır vaziyete gelmesi” korona gittiğinde çok şeyi de birlikte götürecek bedel olarak da kendisine hedef arayan “öfkeyi” bırakacak.
Sokaktaki şiddet yerini “öfkeyi paylaşım alanlarına” benzeyen sosyal medya platformlarına bıraktı. Psikologlar, bu öfke patlaması anlaşılabilir bir durumdur diyor… Karantinada bulunmak, hiç kimse için hoş bir durum değildir. Sevilen kişilerden ayrı kalmak, bağımsızlığını, kontrolünü kaybediyormuş gibi hissetmek, kendi ve çevresindekilerin hastalık durumuyla ilgili belirsizlik, dramatik etkilere yol açabilir.
Bir insana verilebilecek en büyük ceza onunla sevdikleri arasına mesafe koymaktır. Bildiğimiz hürriyeti bağlayıcı cezaların esası da budur.
Prof. Dr. Deniz Ülke Arıboğan bunun sadece çarşıda pazarda gezememe ya da işimize doğru düzgün gidememe hâli olmadığını belirterek;
“Biz artık sevdiklerimizle, aramıza bir mesafe koymaya başlıyoruz. Büyükanneler, dedeler torunlarına sarılamıyor. Anneler çocuklarına sarılamıyor. Ofislerimizde arkadaşlarımızla birlikte olamıyoruz. Birlikte görüş alışverişinde bulunamıyoruz. Üzerimize baskı olarak akan şey tamamıyla bir güvenlik kaygısı. ‘Ölebilirsiniz’ diyor. Ölüm nereden geliyor, ölüm en güvendiğimiz yerden eşimizden, arkadaşımızdan, torunumuzdan, çocuğumuzdan gelebiliyor. Bizi en güvenli yerimizde yani sığınağımızda vuran bir güvensizlik hâlinden söz ediyoruz” diyor.
Salgının en büyük tahribatı insanların birbirinden kopmuş ve korkmuş hâlde duvarların arasında sıkışıp kalmalarıdır. Salgın bittiğinde sığınaklarımızla aramızda örülen bu “Korku Duvarı”nı nasıl aşacağız?
Covid-19 insanların etrafındaki “dijital kuşatmayı” tahkim etti. Herkes kendi dünyasında üretip yardımlaşmadan yaşadığı bu dünyanın bir parçası… Eğer bir tedbir almazsak yeni salgının adı “Depresyon” olacak. Şu anda bir depresyon testi uygulansa ürkütücü sayıda pozitif çıkar.
Salgın sonrası “Mücadelemiz” dijital tahakküm ve Covid-19’un bizden koparıp aldığı ailemize, evimize, dostlarımıza, köyümüze, kentimize ve insanlığımıza dönüş için olacak…