Marka şehir tartışmaları yeni değil. Çok öncelere dayanıyor, herkes aynı şeyi düşünüyor ama kimse nereden tutacağını bilmiyor. Uzunca bir süredir şehirle dertli üç beş arkadaşın çözüm arayan buluşmaları hepimizi “tamam” diyeceğimiz bir çizgiye getirdi.
“Bir fert olarak, bu şehirde aynı mekânı, aynı zamanı paylaştığım dostlarımla ortak bir sancım bir eğlencem olsun istiyorum. Hemşehri olmanın hemdert olmaktan geçtiğini düşünüyorum” diyen değerli dost Levent Ciminli’nin “Adını ‘şehir okumaları’ koyabileceğimiz bir program yapsak. Yaşadığı mekânı zamanla harmanlayarak, şahsi kaygıların ötesinde toplumsal gelişmeyi önemseyen ve şehre dair endişesi ve sorumluluk duygusuna sahip insanlarla yaşadığı şehri konu alan okumalar,” tanımlaması diye ifade ettiği bu arayış ve rahatsızlık sonunda bizi bir yere taşıdı.
Adını “Şehir Okumaları” koyduk.
Bu hareketlenme tam da Başkan Recep Tayyip Erdoğan, İstanbul Üniversitesindeki 2. Uluslararası Sosyal Bilimler Kongresi’nde yaptığı konuşmada “Şehirlerimize kendimize nasıl ihtimam gösteriyorsak öyle bakmalıyız. Yaşanabilir şehirler, marka şehirleri mutlaka kuracağız. Şehirler mekânla insanın buluştuğu yerler. Her medeniyetin kendi inanç, ahlak, sanat ve felsefe anlayışı çerçevesinde şehrini tanımlar ve şekillendirir” dediği zamana denk geldi.
Muhtemelen ait olduğu şehri için iddiası olan herkesin bunu nasıl yapacağı ile ilgili bir yol haritası vardır. Bizimki belli oldu.
Önce ağırlıkları atarak, faydasız ve etki alanımız dışındaki tartışma ve mülahazalardan uzak enerjisini gücü yettiği, sorumluluk alanında olan mekânı iyileştirmeye sarf ederek sinerji oluşturmak. Kısacası katılımcılar işe “ önce kendi kapısının önünü süpürmekle” başlayacak.
Bunun bizi tartışmasız olarak “uzunca bir süredir daha çok bizden uzak, görmediğimiz, dokunamadığımız belki bizzat müsebbibi olmadığımız ancak biraz da bizden kaynaklı sorunları gündemimize alıp oluşan/oluşturulan gündeme tabi olduğumuz/itildiğimiz bir ortamdan” uzaklaşıp kendimizle yüzleşmeye getireceği açıktır.
Marka şehirler için uzun zamandır kullanılan slogan büyürken “Göğe değil, toprağa yakın olmak” ile özetlenen insanı yüksek beton yığınlarının tecavüzünden koruyacak yatay büyüyen şehirlere geçiş olarak görülüyor. Biz bunu yeni bir alana ve daha ileri taşıyoruz ve “insana yakın olmak” ile tanımlıyoruz. Bunun ancak giderek kendi muhitinde yalnızlaşan insanı kendi muhitinde gurbette olmaktan kurtaracak “hemşehrilik” duygusunu ihya etmekle mümkün olacağına inanıyoruz.
Hemşehri; “aynı coğrafi yere ait olma hissini taşıyan kişiler arası ilişkileri ve onlar arasındaki bağları ve bu bağlardan doğan çeşitli kimlikler”i tanımlar. Aynı yere ait olmak demek, belli bir coğrafyadan daha fazlasını, paylaşılan bir “ortak hafızayı” ifade eder. Maziyi unutarak ve mekânları beton yığınları arasına gömerek şehirleri toplama kamplarına çevirdiler. İnsanlar önce seküler mekâna sonra mazisine ve sonunda birbirlerine yabancılaşarak yalnızlaştılar.
Yalnızlık kara bir deliktir, insanı yutar… Sekülerleşmenin ürünü kentleşme, şehri öldürdü, sadece şehri değil; insanı da. Toplumsal hayatın hatırasız ve ruhsuz yaşamaya mahkûm olduğu şehirler “Modern kent, kalabalık yığınlardan oluşan modern insanın sürgün yeri aslında. İnsanın insan olabilmesi, kalabalıkların ortasındaki sürgün yerinde yitirdiği insani özelliklerini hatırlayabilmesi için, kent sürgününden kurtulabilmesi şart” diyor Yusuf Kaplan ve bu sürgünden kurtulan insana biz “hemşehri-hemdert” diyoruz.
Medeniyet şuurunu ve medeniyet iddiasını kaybettikçe şehirler insanlarını yalnızlığa sürükledi. Oysa şehir, bütün farklılıkların ve çeşitliklerin birlikte yaşanabildiği diriliş mekânıdır.
Adına ne derseniz deyin, şehirlerin ihyası ancak “Hemşehri/Hemdert” eliyle olacak.
Evet “Coğrafya kaderindir” ama onu sen inşa ediyorsun…