VEFATININ 32. YIL DÖNÜMÜNDE BİR S. AHMET ARVASİ’YLE TANIŞMA HİKÂYESİ

A -
A +
Alaca karanlık kuşağında kendini arayan insan
 
Yolun tam girişinde iki kişi yokuşu tırmanıyor. Gelmelerini beklemeden onlara doğru yürüdüm. Adres notunu uzatarak “Affedersiniz” dedim, “Bu adresi arıyorum, yabancıyım, yardımcı olabilir misiniz?” Uzun boylu olanı sordu: “Bu adreste kimi arıyorsunuz?” Cevabım kısa oldu: “Seyyid Ahmet Arvasi Bey’i…” Onun cevabı da kısa oldu: “ Buyurun… Benim…”
 
Kendisi ve eserleriyle tanışıp müstefit olma şansını bulduğum, bugün ise vefatının 32. sene-i devriyesi olan Seyyit Ahmet Arvasi'nin  (1932-1988) yaşadığı dönem, kendisini için olgunluk, bizim arayış toplumunun ise “Alaca karanlık kuşağı”ydı...
İnsanın kendisiyle, insanın insanla ve insanın nizamla hesaplaşma ve yüzleşme dönemiydi. Dickens’ın tanımıyla “zamanların en iyisiydi, zamanların en kötüsüydü, hem akıl çağıydı hem aptallık, hem inanç devriydi hem de inkâr. Aydınlık mevsimiydi, karanlık mevsimiydi, umudun baharı ve umutsuzluk kışıydı.”
Üniversitede ikinci yılımda, hepimiz buharla sıkışmış bir kazanın içindeydik. Ya açılacak bir koridorla “dramatik insan” arayışından “ideal insan” olmaya geçecek veya buharlaşıp kaybolacaktık.
 
“SUSKUNLUK YASASI” DEVREDEYDİ
 
1968’de Sorbonne’da başlayan gençlik hareketleri Türkiye’deki üniversiteleri de etkilemişti. İlk öğrenci eylemi 1968’de Ankara Üniversitesi’ndeki eylemle başlamış, bunu diğer üniversitelerdeki hareketler izlemişti. Akademik maksatlarla başladığı söylenen protestolar giderek siyasi kimlik kazanmış, zamanın iktidar partisi için büyük tedirginlik sebebi olmuştu. Bir süre sonra öğrenci hareketleri siyasetçilerin de kışkırtmasıyla sokak hareketlerine ve öğrenciler arasında çatışmalara dönüştü.
Aslında çatışmalar fertlerin değil temsil ettikleri dünyaların arasındaydı. Herkes kendi diyalektiğini nizamın bir parçası veya taşıyıcısı olarak hâkim kılma mücadelesindeydi. Herkes fikirde kazananın sokakta hâkim olacağına inanıyordu.
Fakültenin yeşil kübik kubbeli büyük kantini, fikir mücadele arenasıydı. Birleştirilmiş masaların etrafında toplanan taraflar, fikirlerini beyan eder ve kısa süre sonra masa etrafını saran ikinci, üçüncü sarmaldakiler de tartışmalara iştirak ederlerdi. Tartışma kadroları öğrencilerle sınırlı kalmaz bazen genç akademisyenlerin de katıldığı olurdu. Bu tartışmalar aynı trenin kompartımanında aynı yöne giden yolcuların yer kavgası gibiydi. Tıpkı “Gulag Takım Adaları” yolcuları gibi. Gençler konuşuyor, bağırıyor, kavga ediyor fakat aydınlar ve siyaset elitleri susuyordu. “Suskunluk yasası” devredeydi.
 
MEDENİYETLER SAVAŞI
 
Soljenitsin, “Kolima yolu çalışma kampları”nda(!) başından geçenlerden ve zulüm altında ölen sayısız insanların kaderinden derleyerek henüz eser yazmamıştı. Francis Fukuyama; “Tarihin sonu ve son adam” kitabı ile “Batı’nın taptığı liberal ideoloji rakip tanımayan bir statüye bürünmüştür. İnsanlık ideal düzenini liberalizm de bulmuştur. Artık sadece kapitalizm vardır” tezi ile henüz ortaya çıkmamıştı.  Ve Samuel Hantington, soğuk savaş sonrası ideolojik taraflar arası savaşın yorgunluğu geçmeden “Türkiye bölük ve şizofren bir toplumdur. Artık kararını vermeli, bir İslam ülkesi mi? Yoksa Laik bir ülke mi? Nereye ait olduğuna karar vermeli” diye Türkiye’ye kendi içinde yeni cepheler açılması için niyet açıklamasını yapmamıştı.
Daha sonra iyi anlaşıldı ki bütün bu hengâme; insanı, ekonomik değer üreten, endüstri ve ekonomiyi kurabilen ama birlikte yaşamak zorunda olan “sosyal bir hayvan” olarak tanımlayan, “seküler düzenin” kızıl ve kara kimliğindeki iki saldırgan olarak sömürge alanı kapma savaşından ibarettir.
Denizi, havayı ve insanı kirlettiler. Bizim nasibimizde bu “Alacakanlık Kuşağı”nda el yordamıyla kendi dünyamızı kurmaktı. Tartışmalarda referans olarak kullandığımız çok fazla kaynağa sahip değildik. Tam da bu günlerde adı henüz duyulmamış ama kısa bir süre sonra zamanın münevverlerinin kendisine “Eğer bu fikirleri bizde değil Fransa’da anlatıyor olsaydınız adınıza akademi kurulurdu” dedikleri Seyyid Ahmet Arvasi’nin “İnsan ve İnsan Ötesi” isimli kitabı tartışmaların tam ortasına düştü.
VEFATININ 32. YIL DÖNÜMÜNDE BİR S. AHMET ARVASİ’YLE TANIŞMA HİKÂYESİ
 
ÇEKİRGE’DE BİR SOKAK…
 
Nedir bu mücadelenin arka planı? Dün yaptıklarını bu gün çöpe gönderen insanoğlu, kendi paradigmalarını inşa ediyor sonra kendisi de beğenmeyip yıkıyor.
Hakikatin sabitesi nerde?
İşte “Kendini Arayan İnsan”ın cevabı: “Henüz vahiyle tanışmamış ama tanrısız kalmaya da tahammül edemeyen, fâniliğe isyan eden insanın kendi aklı ile yaptığı doldur boşalt…” Kendine yön ve yol bulamayan insan, âleme nizam kurmaya kalkıyor!..
“Kendini Arayan İnsan” kitabı yazarı ile çok güçlü bir tanışma isteği uyandırdı.
Kendisinin Balıkesir’de Necati Bey Eğitim Enstitüsünde öğretim görevlisi olduğunu öğrenince uzaklar yakın oldu. Ne var ki yolculuk Arvasi’nin kısa bir süre önce Bursa’ya tayinen gittiğini öğrenmemle bir hayal kırıklığına dönüştü. Olsun “Yusuf gidemezse Kenan görünür” derler, bu defa mesafe kısalmıştı. İlk defa geldiğim Bursa otogarında, elimdeki adresine nasıl ulaşacağımı sorduğumda “Heykel’e git, meydanlık yerdir, çekirge otobüsüne bin…” diye bir tarif verdiler. Neresi olduğunu bilmediğim Çekirge otobüsünden taş döşeli bir yokuşun başında indim. Hava serin, vakit ikindi sonrası sokak tenha... Yolun tam girişinde iki kişi yokuşu tırmanıyor. Gelmelerini beklemeden onlara doğru yürüdüm. Adres notunu uzatarak “Affedersiniz” dedim, “Bu adresi arıyorum, yabancıyım, yardımcı olabilir misiniz?” uzun boylu olanı sordu: “Bu adreste kimi arıyorsunuz?” Cevabım kısa oldu: “Seyyid Ahmet Arvasi Bey’i…” Onun cevabı da kısa oldu: “ Buyurun… Benim…”
Davet ettiği, iki katlı ahşap evinin üst katında aydınlık bir odada tanışmamız böyle başladı.
 
AKIL KOZADIR, ÇIKMAZSAN UÇAMAZSIN
 
Erzurum’a dönerken kendisiyle yaptığım görüşmeden yadigâr olarak götürmek istediğim bir şeyler olmalıydı. Satırlardan taşan ve kendisinden bizzat nakil edebileceğim.
“Yontuyordum, tapıyordum, kırıyordum” diyor M. İkbal. İnsanın bu cümleye sığmayan taşan bir mücadelesi var, nedir bu mücadele?”
“Bu, Peygamberimizin “aleyhisselam” nübüvvetinden önce Kureyş’in cahiliye döneminde yaşayan “dramatik insan”ın arayış sürecindeki ıstırabını ifade etmektedir. Henüz vahiyle tanışmamış ama tanrısız kalmaya da tahammül edemeyen insanın kendi aklı ile yaptığı doldur boşalt. Dramatik inanın arayışı…”
VEFATININ 32. YIL DÖNÜMÜNDE BİR S. AHMET ARVASİ’YLE TANIŞMA HİKÂYESİ
 
NEYDİ DRAMATİK İNSAN?
 
Peygamberimizin “aleyhisselam” nübüvvetini tasdik etmeyen, henüz onunla muhatap olmamış insan iki farklı yerde durur. Faniliğinin farkında, hıza ve hazza düşkün, fâniliği, ölümü hatırlatan her şeyden nefret eden lüksü ve serveti barındıran yerlere sığınan insan... Yalnızlıktan, kendisiyle kalmaktan kaçan ve kalabalıklara sığınan insan...
Sürüde kendine yer bulduğunda mutlu olan insan kategorisi “hayvan İnsan”
Bu insan hayat ile ölüm arasında sorgulamaya başlayınca “dramatik İnsan” sınıfına geçer. Artık arayış içindedir, yontma ve kırma dönemi başlamıştır. Bildiğimiz bütün güzel sanatlar; şiir ve edebiyat hepsi dramatik insanın çığlığıdır. 
Bu mücadele insanın, aklın üç boyutla sınırlı olduğunu kabul edip vahye ve nübüvvete teslim olduğunda zaferle sonuçlanır. Akıl kozadır, çıkmazsan uçmazsın!..
İslam âlimleri öyle buyurdular:
“Dar olan şekil ve suret kabına bu mana nasıl sığar/Dilenci kulübesinde sultanın ne işi var?”
Allah’ı arayan beşeriyet, kendi idrak ve tasavvurunu “sahte tanrıların” ve “bozuk mabutların” tasallutundan kolay kolay kurtaramamaktadır. Onun için İslam âlimleri insana Allah’ın varlığını ispat etmek yerine vicdanlara ve tasavvurlara musallat edilen sahte tanrıları ve sahte mabutları temizlemeyi ve sahtelere giden yolu kapamayı önde tutmuşlardır. İslam’da “kelime-i tevhid” afaki ve enfüsi (insanın içindeki ve dışındaki) putların yok edilmesi demektir.”
“Akıl kozadır, çıkmazsan uçamazsın dediniz!”
Akıl Arapça “ikal” kelimesinden gelir, lügatte engellemek, alıkoymak, bağlamak demektir. Kervancılar çölde mola verdiklerinde develer gece kaçmasın diye ayaklarına vurdukları bağ anlamındadır. Istılahta ise his organları aracılığı ile zihne ulaşan mahlûklara ait bilgilerin toplamına denir.
İnsan aç ve çıplak olarak dünyaya gelir. Sonra çevre ile temasında olayları, eşyayı, kişileri tanımaya hafızasında toplamaya, onları etiketlemeye ve tasnife başlar. Yaş ilerledikçe bilmediği şeyleri bildikleri ile mukayese yaparak tanımlamaya çalışır. Ancak bütün bu yorumlamalar üç boyutlu eşyanın sınırlarından öteye geçemez. Aldığı kadar geri verebilir. Çünkü mevcut ile gaibe istidlal olmaz. İstidlal (uslamlama) bilinmeyeni bilinene benzeterek anlamaya çalışmaktır.
Ahiret işlerini anlamakta akıl bilinmeyeni anlamak için “vahye” teslim olur. Ahirete ve Allahü teâlâya ait bilgilere akıl kullanılarak ulaşılabilseydi Peygamberler “aleyhimüsselam” gönderilmezdi.
Allahü teala mutlak varlıktır. Yüce Peygamberimiz “aleyhisselam” objektif ve sübjektif tanrıları reddetmemizi emreder. Beş duyu ile yakalanan hiçbir varlık tanrı olamaz. İslamiyet bunlara put “sanem” demektedir. Bunların hepsi sahte mabutlardır.
Genç Adam; insan kendini sahte tanrılardan kurtarmaya çalışmalı, Allah’a giden yol kendiliğinden açılır…”
Uzun süren sohbetin bitiminde kendisinden ayrılırken fikri ve istikameti kaybetmiş olarak geri dönüş yolunu tutmuştum. Uzunca bir süre konuşulanları hatırlayamadım. Ta ki ilk cümleyi kurana kadar.
O da şudur:
Bize insanlık haysiyetimizi, Allah’tan gayrisine rükû ve secde etmemeyi öğreten, bizi objektif ve sübjektif putların boyunduruğundan kurtaran, bütün sahte din ve tanrıları kahreden, insanlığa “la ilahe illallah” cümlesini tebliğ eden, Mekke’de kuru ekmek yiyen, Âmine’nin oğlu en yüce insan en yüce Peygamber, Hazreti Muhammed’e “sallallahü aleyhi ve sellem” bütün peygamberlere ve onun izinde gidenlere selam olsun…
UYARI: Küfür, hakaret, bir grup, ırk ya da kişiyi aşağılayan imalar içeren, inançlara saldıran yorumlar onaylanmamaktır. Türkçe imla kurallarına dikkat edilmeyen, büyük harflerle yazılan metinler dikkate alınmamaktadır.