Yoksulluk ve sefalet bahane

A -
A +
Geçtiğimiz yıllarda teröre çözüm arayışları cümlesinden benzer iç çatışmaları yaşayan ülkelerin tecrübelerinden istifade için İngiltere IRA arasındaki ateşkesin ya da uzlaşma dedikleri “Hayırlı Cuma”nın tarafları bolca dinlenmişti. Uzlaşmanın baş mimarlarından olduğu bilinen İrlanda eski başbakanı Bertie Ahern’in tavsiyesi şuydu: “Barış istiyorsanız kendinizi karşıdakinin yerine koymalısınız. İnsanlar neden bir araca patlayıcı koyuyorlar, neden elde silah dolaşıyorlar, neden kendilerini feda ediyorlar? Bu sorulara onlar açısından bakıp cevap bulmalısınız. Onların kafalarının içine girmelisiniz...”
Bu bilinen bir şeydi ve meraklıları olayların en çok yaşandığı bölgelere girdiler, halkla, esnafla örgüte bulaşmış olanlarla görüştüler. Terörün gerekçesi olarak söyleyebildikleri, İşsizlik, hayat pahalılığı gibi şikâyetler ve ortak talep daha iyi yaşamak. Ancak burada öfkeyi arttıran başka bir unsur daha var. Devlete kızgın, AK Parti'ye öfkeli, barış süreci konusunda sinikler. 1990'ların hayaleti, anlatısı, travması bugünkü radikal görüşlerin en önemli mühimmatı. Yaptıkları melanetleri haklı göstermek için arkasına sığındıkları “ezeli ve ebedi” mağduriyetleriydi. Bu IRA militanlarının talepleri ile büyük benzerlik taşıyordu. Herkes de çözüm sürecinin olumlu sonuçlar vereceği umudu yeşerdi. “Hayırlı Cuma” görüşmelerinde terörist taraftan masaya oturan Gerry Adams da zaten bunları söylemişti: “Yoksulluk, kir, pas içinde debelenen Katolik bir ailenin oğluyum çünkü iş verilmiyor, Protestan milisler tarafından tehdit ediliyorum, neden? Katolik olduğumuz için…”
Bizde de bölge halkının eskiden kalma benzer ezeli mağduriyeti, terörü haklı kılmak için yeterli sebep olduğu böylece modellenerek kamuoyuna aktarıldı. Çözüm sürecinin temeli atılırken harç taşıyan "Akil İnsanlar"dan bölgeye gidip gelenler de benzer şeyler söylediler: “Bölgeyi tanımamışız...”
Böylece bölgedeki hayatın yaşanabilir kılınması adına bir yandan yasal düzenlemeler bir yandan kültürel, sosyal ve fiziki değişimler uygulamaya kondu ama sonuçta iktidarın hırpalanmasına rağmen yapılan bütün bu hamleler örgütün silahtan vazgeçmesine yetmedi.
Mağduriyetleri giderilen İrlandalı Katolikler Kilislerini inşa ederken bizdeki PKK’lılar cami yakmaya başladılar.
Hastane, ambulans, okul yakmakla yetinmediler, han, hamam, cami ve kültürel miras niteliğindeki yapılara da saldırılar başladı.
Son olarak Diyarbakır’ın Sur ilçesinde Osmanlı eseri Kurşunlu Camii'ne patlayıcı atarak yangın çıkardılar ve daha önce de kurşunlanan cami büyük zarar gördü. 
PKK ısrarla, iş dünyasından haraç alarak, yol keserek, makine yakarak ve adam kaçırarak, göçe zorlayarak bir kanton-beylik kurmak istiyor. Kendi mahkemesi, kendi kolluk kuvveti, kendi öz yönetimi olsun istiyor.
Kürt sorununun çözümünde ipin ucu başladığı günden beri hükümetin değil olayın mağduru ve muhatabı durumundaki bölgedeki Kürtlerin elindeydi ve halen de öyledir.
Diyarbakır Büyük Camii'nin ulu orta üçbeş terörist tarafından kundaklanıp yakılması bu gerçeği bugün daha açık olarak ortaya çıkardı.
Yaşlı bir Kürt Ana’nın “Cami yanacağına evim yanaydı...” laneti bunları kuşatmalı.
"Bir şey seni rahatsız ediyor ve onu hayatından çıkarmak istiyorsan etrafını kuşat, duvarları ör. Kapalı bir dünyanın içinde kıvrılıp kalsınlar. Bir gün şartlar değişip duvarda gedik açılsa bile dönecekleri ne evleri, ne fikirleri kalmamalı. Kendilerini her şeye yabancı, uzak bir gezegende bulsunlar...” Etrafındaki duvarlar arasında sıkışıp kalan PKK’nın düşmesi gereken durum budur.
Ancak bunu yapacak olan cellâdının etrafını nefretle kuşatacak olan bizzat bölge halkıdır.
Kan ve enkazdan beslenen, işi camileri yakmaya kadar götüren, hiçbir sınır tanımayan bu terörün etrafı bizzat mağdurları tarafından kuşatılıp kurutulması tek yol görünüyor.
UYARI: Küfür, hakaret, bir grup, ırk ya da kişiyi aşağılayan imalar içeren, inançlara saldıran yorumlar onaylanmamaktır. Türkçe imla kurallarına dikkat edilmeyen, büyük harflerle yazılan metinler dikkate alınmamaktadır.