Her afet gibi COVID-19 salgını sadece iş dünyamızı değil “iç” dünyamızı da etkilemektedir.
Hemen her gün şaşırtıcı olaylar yaşıyoruz. Maske uygulaması yapan polislerin durdurduğu bir araçta maske kullanmayan sürücüye niçin maske takmadığı sorulunca "Belki ben ölmek istiyorum size ne?.." diye tepki verdi. Maskesiz yakalanan bir başka sürücü de cezayı görünce babasının bile adını unuttu.
Tüm dünyayı etkileyen pandeminin en büyük etkisinin insanları yalnızlığa mahkûm etmesi oldu. Hayatında hiç antidepresan kullanmamış insanların karantina döneminde ve hele izolasyondan sonra artarak kullandıkları söyleniyor.
İnsanlığımızın sürmesi için ihtiyaç listemizin ilk maddesi “birlikte olmak”tır. Diğer insanlarla kurduğumuz ilişkiler insanlığımızın can damarıdır. Bu sayede hayatta ve ayakta kalırız. Birlikte yaşayan insanlar “ortak hikâyeler” üretirler. Bu ortak hikâyelere paha biçilmez. Eğer bir hikâyenin içindeyseniz aynı hikâyenin içinde olan diğer insanlara karşı sorumluluk taşırsınız. Ve zor zamanlarda da beklentiniz olur. Aile bireyi, arkadaş, komşu, hemşehrilik olmak böyle başlar.
Bu ortak sorumluluğun beslendiği önemli merkezlerden biri de panedeminin kapısına kilit vurduğu “Mahalle Kahveleri”dir.
Bugünkü dünyada cep telefonunu daimî adres yapanlar buralarda yaşanmış zenginlikleri bilmez. Yerimiz değiştikçe bizi önemli kılan sosyal bağlar değişir, ortak hikâyeler biter, günübirlik yaşayan insanlar oluruz…
Erzurum’da öğrencilik yıllarımızın Gemalmaz Çarşısı’nda, Kadir Usta’nın çay ocağında yeşeren arkadaşlıklarımız yarım asır sonra bile varlığını devam ettiriyor. Aranır, aranması ihtiyaç dostlukları bize verdi.
“Mahalle kahvesi/Sanayi Esnaf Kahvesi” insanın sosyalleştiği, neredeyse her mahallede bulunan daha çok gündelik konuların konuşulduğu, tecrübelerin paylaşıldığı sonunda sözün dönüp dolaşıp düğümlendiği yerlerdir.
Öyle bir ağırlığı vardı ki; mahalle, çarşı, sanayi veya meydan kahveleri, kendi hayatımızın da üzerinde bize yol açardı. Hatta seçimi hangi partinin, mahalle muhtarlığını kimin kazanacağını bile buralardaki havadan kestirmek mümkündü. Vekil, başkan veya muhtar her neyse siyaseten yer kapmak isteyenler işe buralardan başlardı. Önce buralarda rüştünü ispat etmelidir.
Söz siyasete gelmişken, Sait Faik Abasıyanık çok gerilerde kalmış kahvehaneleri anlatırken diyor ki: “Geçen gün birisi bir bakanlar kurulu kurdu, şaştım kaldım. Türkiye’de hiç kimsenin aklından böyle bir bakanlar kurulu kurmak geçmemiştir. Yazsam gülersiniz. Sonra; Allah, Allah! Hiç de fena değil, demek zorunda kalırsınız. Ama herkes; siz, bütün kahvehane, bakanlar kurulunu kuran da gülersiniz…
Ne şeker sıkıntısı, ne arpa ekmeği, ne de tuz buhranı. Sonra, birdenbire, yakında bir kurşunkalem sıkıntısının baş göstereceği üzerine kıraathaneyi bir hava sarar…”
Bugüne dönersek, salgın, bizi herkesin kendinden sorumlu olduğu, duygusal bağın ve karşılıklı sorumluluğun olmadığı bir mekâna sıkıştırdı.
Zor zamanlarda hayata tutunmak ancak birbirimize tutunmak ile mümkün. Kendisinden ibaret bir dünyaya hapsolan insan başkalarına açacak yer bulamaz. Bütün dünya içindekilerle beraber bir kişinin olsa fakat bu kişi dostlarından mahrum olsa, hayat ona vebal, yük ve sıkıntıdır. Böyle bir insanın yaşaması imkânsızdır.
Bu salgın da önceki salgınlar gibi nihayetinde bitecek, çok şey değişmiş olsa da kaldığımız yerden devam edeceğiz. “Geride kalanlar; aramızdan ayrılırken son anlarında yanlarında olamadığımız sevdiklerimizi yâd ederken acımızın panzehri geride kalanlara sarılmak olacaktır…”