Merhum Turgut Özal muhafazakâr ve demokrat siyasete alan açan, “hassolar-memolar” diye etiketlenen ezik muhafazakâr siyasetçi profilini kaldıran bir şahsiyetti. Özal’la başlayan bu sivil siyaseti meşrulaştırma mücadelesi hâlâ devam etmektedir. Çünkü bu “ayrılıkçı-ötekileştirici düşünce” politikadan taşarak hayatın kültür, sanat, sosyal her alanını ayrık otu gibi sarmış.
Bu düşünceyi büyütüp besleyen ve azmanlaştıran da bunların içerideki mağdurlar tarafından ciddiye alınmasıdır. Müzisyen Erkan Oğur’un da maruz kaldığı saldırı ve karşısındaki eziklik bu türün son örneğidir.
Müzisyen Erkan Oğur Cumhurbaşkanlığı Sözcüsü İbrahim Kalın ile yaptıkları bir türkü düzenlemesinin ardından kendi mahallesinden öyle bir ağır eleştiri aldı ki tam bir geri dönüş yaparak "İbrahim Kalın'la çalışmak hataydı" deyiverdi.
İbrahim Kalın'ın kendisine ait olan "Hiç oldum" adlı türküsüne kopuz ve gitarla eşlik eden Erkan Oğur menfaat sağlamak için müzik yapmakla suçlanınca birlikte aldığı “susma kararından” vazgeçip "Ne çaldığımı bile unuttum, öylesine bir işti zaten…" diyerek kendini mahallenin hışmından sıyırmaya çalışmıştı. Ama nafile mahallenin çivisi çıkmış bir kere…
İbrahim Kalın da Erkan Oğur’un bu beklenmeyen açıklaması üzerine “şaşırdım ve üzüldüm. Keşke müzisyen Erkan Oğur kendi irademiz ve muhabbetle paylaştığımız bu güzelliğin üzerine düşmeseydi. Canı sağ olsun, herkes nasibinde ne varsa onu aldı” dedi.
Türkiye’de büyük bir alan kapma kavgası yaşanıyor. Merhum Menderes ile başlayan muhafazakâr siyaset ve dünya görüşünün sahadaki var olma mücadelesi hâlen spordan siyasete, sinemadan, tiyatroya, müzikten, yayıncılığa, yazılı ve görsel medyaya kadar her alanda sürüp gitmektedir.
Cumhurbaşkanı Erdoğan’ın muhtelif zaman ve ortamlarda kültür ve sanat alanındaki bu zaafa "Medyamız en modern altyapıya sahip ama bizim sesimizi yansıtmıyor. En haklı olduğumuz konularda bile dünyaya kendimizi anlatamıyoruz" ifadeleriyle dikkat çektiği herkesin malumu.
Şikâyetçi olduğumuz “Kendini anlatamama”nın sebebi, uzun yıllardır “muhaliflerin muhafazakârları içe dönük, dış dünyayı takip etmeyen, etrafına duvar örmüş bir kitle olarak görmelerinden kaynaklanır” görüşüne dayandırıldı.
Bu düşünce muhafazakârların maruz kaldığı muamele ile de güçlendirildi.
Mevcut düzeni kuranların muhafazakâr siyaseti nasıl gördüğü ile ilgili olarak Ankara'nın kudretli(!) valilerinden Nevzat Tandoğan 1944 yılında tutuklanıp huzura çıkarılan rahmetli Osman Yüksel Serdengeçti’ye şöyle der: "… Sizin milliyetçilikle, komünizm ile ne işiniz var? Milliyetçilik lâzımsa bunu biz yaparız. Komünizm gerekirse onu da biz getiririz. Sizin iki vazifeniz var: Birincisi, çiftçilik yapıp mahsul yetiştirmek. İkincisi, askere çağırdığımızda askere gelmek."
Ancak geldiğimiz yerde fark ediyoruz ki: “Karşı tarafın bizi nasıl gördüğü kadar bizim de kendimizi nasıl gördüğümüz önemlidir…”
Özel hayatta da rastlandığı gibi, bazılarının rakip gördüğü bazılarını hayatın dışına atmak için damgaladıkları tarihte sıkça görülen bir durumdur. Çoğu defa maruz kalınan bu haksızlığı geçerli hâle getiren mağdurların da bu yalanları tekrar ederek büyütmeleridir.
Goebbels’in deyimiyle; “Yeterince büyük bir yalan söyler ve onu tekrar etmeye devam ederseniz, insanlar sonunda ona inanmaya başlayacaklardır. Yalan büyük olsun ve çok söylenen, tekrarlanan yalan tekrarlayanların hakikati olur…”
Yaşadığımız öyle bir dünya ki; küresel etkileşimler “bağımsız bir yeni insan tipi” inşa ediyor. Millî ve manevi değerleri aşınmış bir insan… Herkes kendisinin nerede durduğuna bakmalı. Eğer ait olduğu bir yer yoksa söylenecek tek şey var: “Hiç oldum!..”