Başkonuş Yaylası’ndayız üç atlı geliyor, sanırsın Altaylardan kopmuşlar, başlarında börk, üstlerinde könğlek, urba. Ellerinde kalkan, bellerinde kama.
Yay, sadak, tirkeş, zeghir. Bileklik, göğüslük, kolçak tam donanımlılar.
Ortada Kahramanmaraş Atlı Binicilik Spor Kulübü Başkanı Muhsin Kılıçsallayan. Oğulları Enes Yusuf ve Musa Kâzım fedai gibi iki yanında.
Ata mükemmel biniyor, peş peşe ok atıyor, hedefe yapıştırıyorlar.
Sözüne “Bizim atımız hep vardı” diye başlıyor, “gözümüzü at üstünde açtık desek yalan olmaz. Babam muhtardı, muhtarların beylik atı olurdu o zaman. Köyü gezerler muntazaman.”
- İlk ne zaman bindin?
- Hatırladığım şu, komşunun merkebini istemiştim “al” dediler semeri önüme attılar. Bakalım takabilecek miyim? Dört defa tekme yedim ama taktım sonunda. Üç arkadaş bindik, düştük, tekrar bindik, yine düştük, öyle öyle alıştık hayvanlara. Sonra babam kör bir kısrak verdi. İlk atım o. Kör ama nankör değildi, nasıl muti, unutamam asla. Bir ara Sibel (kısraklarımızdan biri) doğum yaptı, şirin bir tayı oldu, adı Ceylan. Sabah müezzinlerle kalkar Ceylan’ı sevmeye giderdim koşa koşa. Bir gün de gitme, ne mümkün. Aklım kalır onda. Ecdat “at, avrat, silah” demiş, at daha önce geliyor söze bakılırsa.
- Sizin çok hayvanınız varmış. Peki tek hayvan beslenir mi?
- Beslenir. Zaten eskiden öyle değil miydi? Her evin bir atı olur, sabah yolunuzu bekler, görünce sevinçten oynar. Sanıldığı kadar masraflı değildir, baharda yeşile salabilirsin pekâlâ. Zaten bu havada içeri bağlamak eziyet. Sal dolansın, yesin içsin yatsın “çayırını alsın”. Ne kadar arpa verirsen ver, otun yerini tutmaz.
- Bazıları ata hükmediyor, ‘Yat’ diyor yatırıyorlar.
- Ben öyle lüzumsuz işleri sevmem. Onu yaptırmanın iki yolu var. Biri mükâfat, biri ceza.
- Nasıl ceza?
-Aç bırakırsın mesela. Güçten düşsün ki itaat etsin sana. İyi de garibim bunu hak edecek ne yaptı? Ağzı var, dili yok, hayvan hakkıyla gidersin öte yana. Kardeşimin bir tayı vardı, beraber büyüdüler, ne üstüne çıkmada zorlandı ne de gem takmada. İlk seferinde gemi beze sardık, pekmeze buladık, yabancılamadı bir daha. Ama sen 5-6 yaşında bir at alıp “Bunu akrobaside kullanacağım” dersen olmaz. Al bir tay, yetiştir, millet de gıpta etsin sana.
- At azarlanmaktan anlar mı peki?
- “Hımmm seni gidi” o hesap. Mesela tavlada yem dağıtıyorsundur, sabredemez gelir ısırır. Bunun doğru bir şey olmadığını hissettir, yoksa tekrarlar, canını yakar. At kızdığın zaman korkan bir mahluk, o kadarı yeter ona. Çocuk gibidir, ha bire paylarsan küser, hasta olur, üzülürsün sonra. Arap atları çevik güçlü ve şirin hayvanlardır, cana yakındır, evladın gibi olur bir süre sonra.
- Bazen müsabakada geride kalan hayvanı dövüyorlar.
- Tamamen manasız bir iş, olmuş bitmiş. Zaten niye dövüldüğünü de anlamaz. Hâlbuki koşu esnasında ikaz etsen öğrenir, bir daha tekrarlamaz.
- Peki kinci midir?
- Hiçbir hayvan kinci değildir. Ama senden zarar geleceğini hissederse gardını alır. Bir at almıştık; sahipleri çok dövmüş, sert davranmışlar. Yaklaşınca vuracağımızı sanıyordu herhâl, beni göğsümden bir ısırdı, elinden zor aldılar. İşte bu yüzden el değmemiş hayvanları tercih ederim. Tay ya da insan görmemiş yılkı atı. Beş yaşında yılkı atı bedenen otursa da beyni tıfıldır daha. Hayvan ne ister? Yemek, içmek ve üremek. Sabah işe çıkar, çalışır akşama kadar.
- Neyle sevinir?
- Şeker, elma ve havuca bayılırlar. Atla avradın masrafına bakmayacaksın, boğazından kısıp yedireceksin icabında.
- Rahvanlık öğretilir mi yoksa...
- Hayır anadan babadan gelir, iskeleti öyledir, eğitimle kazandırılmaz. Adımı küçük, ayağına çabuktur. Binicisini sarsmaz, yolda kahve içebilirsin rahatlıkla. Ulak atıdır, masrafsızdır, az yakar, çok kaçar. Kimi koldan yürür (deve rahvanı), kimi dizden, bilekten. Hızı sabittir, iniş yokuş fark etmez, nefeslidir, kesilmez.
Atın üç çeşit uykusu var. Eğer huzurluysa derin uyur, ölü gibi sere serpe yatar. Bunu çok az insan görür, sahipleri seyisleri filan. Bazen de çok yorulur, sığırlar gibi bacaklarını altında toplar. Ama genelde ayakta uyur, sırayla dizlerini bileklerini kilitler. Her an kaçmaya hazır, teyakkuzda. At avdır, gözleri yandadır, kuyruk sokumu ile iki kaşının arası hariç her tarafını görür, yırtıcıların ise gözleri öndedir, işleri yakalamak, paralamak.
- Atı niye örterler?
- Ağır bir hayvan koşunca terler, olur sırılsıklam. İnince kurulamalı, üstünü örtüp bir kuytuya almalısın. Nefesi sakinleşene kadar beklemeli, tımarını yapmalısın, “ki iki tımar bir yemektir” unutma. Bu arada oda seni tımarlar. Ufak ufak omzunu dişleyip oynuyorsa mutlu demektir, bir bağ kurulmuştur aranızda.
- Peki zelzele olacağını anlar mı?
- Hisleri kuvvetlidir, afet evveli huzursuz olurlar. Kedi köpek de öyle, bizim duyamadıklarımızı duyarlar.
- Yelelerini tarıyor musunuz?
-Atın saçı ve kuyruğu mühimdir, kesersen katır olur âdeta. Bu yüzden tayı iyice tıraşlar pirinç suyuyla yıkarız, tüyleri daha gür çıkar.
- İsimlerini lügatten mi seçiyorsunuz?
- Bir yeğenim var ufak. İsimleri o atar ortaya, aile toplanır birini seçer arasından. Mesela kızıl bir tayımız vardı “Al tay” dedi, kabul gördü ittifakla. Kardeşimin kır atı var, çok da narindir. Kır çiçeği dedi ona. Biri var ortalığı karıştırır, adı kaldı “Curcuna!”
Çocuklar korkusuzdur, korkuyu biz öğretiriz onlara. Atlar da öyle, sen çekinirsen ürker, “Hımmm sakınacak bir şey var galiba!”
Bizim azgın bir köpeğimiz var, yabancılar yaklaşamaz ama bakarsın çocuk sırtına çıkmış kulaklarını çekiyor.
Umumiyetle içine kapanıktırlar. Birkaç gelip gittikten sonra ata da, bize de alışır, aramaya başlarlar. Ata binenin kendine güveni gelir, hisleri güçlenir, karar verir. Kedi ve at iyi arkadaştır, şahsiyet kazandırır insana.
- Bazıları tüylü hayvanlara değemiyor.
- Evet o bir hastalık ama tanışıncaya kadar. Atı gözlerinin önünde yıkıyor, paklıyoruz, önce parmak ucuyla dokunuyor, bakıyor sıkıntı yok, okşamaya başlıyor sonra.
Bizde at muhabbeti bitmez, otur babamın yanına, bir kitaplık anlatsın sana.
Bizim Göksun’da Çerkez çoktur, at sever, iyi de binerler. Ata mirası gümüş işlemeli eyerleri vardır, gözleri gibi bakar, baş köşede tutarlar. Kaç para verirsen ver, satmazlar.
Maraş eskiden koşum takımları ile tanınırdı, çarşıda onlarca usta vardı. Şimdi iki semerci, bir eyerci kaldı. Babaları, dedeleri 6-7 kuşak saraç. Sırf kaybolmasın diye devam ediyorlar sanata. En büyük hususiyetleri ham deriyi işleyebilmeleri. Bu, her babayiğidin harcı değildir. Gön kalın olur, şekil vermesi zordur.
- Ya ithal mallar?
- Avrupa’dan gelenler atın cidagosuna (omzuna) oturur, yara yapar. Mutlaka keçe koymalısın altına. Hâlbuki bizim ustalarımız eyerle sırt arasını hava yastığı gibi kullanır. Atı görmeden eyer yapmaz, terzi gibi çalışırlar. Ne yazık ki artık maişetlerini cüzdan, kemer veya telefon kılıfı ile çıkarıyorlar. Bu sanatı ayakta tutmamız lazımdı oysa.
- Yeni nesil eyeri internetten alıyordur ihtimal.
- İyi de hangi ata göre? Hangi binişte kullanacak? Takacak yara yapacak, bu iş o kadar basit mi ya? Yabancılar hem vasıfsız hem pahalı. Niye? Çünkü avroyla satılıyor. Yarın bu sanakârlar ölürse yular bulamayacağız bağlamaya.