Ah yüzümüz onun kadar ak olsa zenci Musa

A -
A +

Biraz Arap, biraz Rumeli, biraz Afrika. Osmanlı bu işte, terkibe baksana.

 

Zenci Musa Sudan asıllı bir ailenin çocuğudur. Girit’te doğar (1880) sonra babasını kaybeder, dedesi

 

Kahire’de mukimdir onu da alır yanına. Türk mektebinde okur, sular seller gibi Osmanlıca. 

 

İri kemikli bir çocuktur, omuzları erken oturur, boyu uzar da uzar. Gücü kuvveti yerindedir, tuttuğunu koparır âdeta.

 

Sene 1911. İngiliz, Fransız ajanları, Garbi Trablus’ta fink atar. 

 

Derken İtalyanlar asker çıkarır kilit noktaları tutarlar. Müslümanlar da Senusilerin öncülüğünde kıyama kalkar. Musa sağına soluna bakmadan “Ben de varım” der, gazaya koşar.  
Yolu Derne’de Teşkilat-ı Mahsusa’dan Kuşçu Eşref Sencer’le kesişir, komutan bu hürmetkâr çocuğu sever, emir eri alır yanına. 

 

Zenci Musa’nın teni karadır, gözü daha da kara, akla ziyan işin mi var? Al onu, çık yola. 

 

Bir seferinde Musa altın lirayla mükâfatlandırılır. Garibim çok utanır “N’olur reddetmeme izin verin” der yalvaran bir ses tonuyla. 

 

Ah yüzümüz onun kadar ak olsa zenci Musa

 

O sadece halis bir Müslüman olmak ister, Halife hazretlerine hizmeti dokunursa ne âlâ. 

 

Ah yüzümüz onun kadar ak olsa zenci Musa

 

 

BALKANLARDA

 

 

Trablusgarp cephesinde çatışmalar gevşemiştir ki Balkanlar çalkalanır bu defa. 

 

İttihatçılar memleketi acemice yönetir, dengeyi tutturamazlar. Aralarında asırlık niza (çekişme) bulunan

 

Balkan Hristiyanlarını birleştirip gaile açarlar devletin başına.  Ah, Abdülhamid Han oturacaktır ki tahtında...

 

Tehdit hayli ciddidir, Trablus’taki subayların Rumeli’ye geçmesi istenir ivedi kaydıyla.

 

Kuşçubaşı Eşref de vardır aralarında. 

 

Zenci Musa komutanına bakar, “Kal” dese kalacak, “Gel” dese koşacaktır onunla. Bilemiyordur, nerede faydası olacaksa?

 

Kuşçu “Yürü” der ve esmer devimizin Balkan macerası başlar. 

 

Garip bir dönemdir, gaflet, ihanet, olmayacak hatalar. İttihat Terakki “çocuk bile yapmaz” denilen işlere imza atar. Güzelim Selânik’i anahtar teslim Yunan’a bırakırlar. Muhkem mevzileri, tabyaları, ağır silahları bağışlarlar (!) Rumlara. 

 

Tam 30 bin askerimiz esir olur, açlık, hastalık, firar... Çöküntü diğer birliklere de sirayet eder, şirazemiz kayar. 

 

 

SÜVEYŞ’TE

 

 

Balkan savaşları Rumeli Türkü’nü bizar eder, Sırp Yunan ve Bulgar çeteleri Müslüman katletmeye başlar.

 

Göçler düzülür, insanlar perişan, cami avluları serapa muhacir dolar. 

 

Henüz nefes alamamışızdır ki Enver, Talât, Cemal üçlüsü memleketi Cihan Harbi’ne sokar. Karşımızda

 

İngiltere, Fransa ve Rusya vardır. Yetmedi Yunanistan, Sırbistan, Romanya, Portekiz, Brezilya ve Japonya...

 

Müttefiklerimizden Bulgaristan pes eder, İtalya karşı tarafa geçer, bir biz, bir de Macarlar kalır kayzerin yanında. Zaten Alman’ın savaşıdır, biz niye boğuşacaksak Galiçyalarda? 

 

Harp kararı yanlış da olsa düşmana boyun eğmez, vatanı çiğnetmeyiz asla. Çanakkale’de çocuklarımız canı pahasına direnir, etle çelik karşı karşıya.

 

Sadece Boğaz değil her yer kaynar, Süveyş cephesinde Alman komutanların kayıp diye bir endişesi yoktur,

 

Müslüman çocukları kanala sürer, kırdırırlar. Yeter ki İngiliz ordusu buralarda kalsın, dönmesin Avrupa’ya.

 

Hasanlar bunalsın ki, Hanslar nefes alsın. 

 

Şehitlerimizin çoğu yedek zabittir, hekim, mimar veya baytar… Cennetmekân yetişsinler diye servetini dökmüş, senelerce beklemiştir sabırla. 

 

Kışlaya siyaset girmiştir, Gazze, Nablus, Şam ve Halep’te hata üstüne hata.  Selâhaddin Eyyubi’nin, Yavuz

 

Selim’in emaneti nurlu Kudüs’ü bırakırız düşmana.

 

Sarıkamış’ta çocuklarımız ayazdan donar, ki henüz mermi bile sürememiştir namluya. 

 

Ah kırılası klavye, ben ne diyeyim sana? 

 

 

ARABİSTAN’DA

 

 

Eşref Bey ve Zenci Musa bir cepheden gelir, öbürüne koşarlar. 

 

Ve emir gelir; “Derhâl Hicaz’a geçiyorsunuz, kavgalı Arap kabilelerini barıştırın, destek olsunlar ordumuza.” 
İşe henüz girişmişlerdir ki bir vazife daha: Alın şu 300 bin altını, doğru Ahmed Tevfik Paşa’ya!  

 

-Nereye?

 

-San’a’ya! 
Yanlarına 70 Mehmetçik katarlar, “Haydi uğurlar ola!” 

 

Yol yokuş, zemin laçka, merkep topal, mal sırça. 

 

İngilizler paranın kokusunu alır, pusuya yatar. Nitekim Hayber’i geçtikten sonra Cembele mevkiinde kafileyi düşürürler tuzağa. 

 

Düşman 25 bin kişidir ve yağmur gibi mermi yağar. Bizimkiler de karşılık verir, çatışma geceye sarkar.

 

Askerlerimiz şehit olur, Eşref Bey yaralanır, esir düşer düşmana.

 

Zenci Musa o hengâmede bir arkadaşı ile paraları alır, Yemen’e vasıl olur, hem de ümitler kesilmek üzereyken, tam zamanında.

 

Bilahare İstanbul’a gelir, Kuşçu Eşref’in ölmediğinden emindir, kendisini bulacaktır nasıl olsa. Sırf o yüzden limanda çalışır, her yanaşan vapuru ümitle karşılar, komutan bundan mı inecek, şundan mı acaba?  
Ne sadakat ama?

 

Ah yüzümüz onun kadar ak olsa zenci Musa

 

Zenci Musa’nın kabri / Üsküdar

 

 

GALATA’DA

 

 

Ali Sait Paşa garibe sahip çıkar, “İster misin tekaüt maaşı bağlatalım sana?” 

 

-Efendim mazur görün, ben bu fakir milletin parasını alamam. 
Açtır, açıktadır, odu ocağı yoktur oysa.
Ferid Bey ise kâhyalık teklifinde bulunur, “Gel geç şu hamalların başına!”

 

-Kâhyalığı yaşlı bir Müslüman yapsın beyim, henüz gücüm kuvvetim yerinde, belim bükülmedi daha!
Derken ihtilaf kuvvetleri İstanbul’a girer. İşgal ordusu komutanı General Harrington limana uğrar, balyaları tek eliyle kaldırıp atan dev cüsseli hamala bakar. 

 

-Kim bu?
Yaver “Zenci Musa” diye fısıldar, “Hani Arabistan’da 25 bin adamımızı atlatıp altınları Yemen’e ulaştıran Osmanlı var ya…” 

 

Komutan “Çağırın gelsin” der, tanışırlar. “Maiyetine girmesi için” parlak tekliflerde bulunur. Kaale bile almaz, döner gider işinin başına. 

 

Sanki, “Ben Osmanlıyım, Müslüman’ım” der, “ve sizinle işimiz bitmedi daha!”

 

 

ÜSKÜDAR ‘DA

 

 

Neyse I. Cihan Harbi sona erer. İngilizler Yunan’ı silahlandırır bu defa.

 

Biz birbirimizi yiyelim ki petrol sahalarına çöksünler rahatlıkla.

 

Zenci Musa gündüzleri halat, urgan çeker, kan terler balyaların altında. 

 

Geceleri sandık sandık silah kaçırırlar kırık dökük peremeler (kayıklar), çürük çarık salapuryalarla (ticaret gemileri). Yaşlı mavnalar bata çıka, bata çıka İnebolu’ya. 

 

Musa’nın yaşı kırk bile değildir ama yıpranır. Bir lokma ekmek bulacak ki öpsün koysun başına. 

 

Özbekler Tekkesinin şeyhi Ataullah Efendi “Gel dergâhta kal” der, “hiç değilse sıcak bir çorba girsin boğazına.”

 

O günden sonra tekkede yatıp kalksa da hızlı kilo kaybeder, zayıflar. Çağırılan tabip “verem” der, çaresiz ellerini açar iki yanına. 

 

Ve kor gibi civan kar gibi erir, kavuşur rahmet-i Rahman’a (1919). 

 

Bavulunu açarlar. Bir Mushaf-ı şerif, bir bayrak, bir Osmanlı haritası ve komutanının sararmış fotoğrafı çıkar. Kefenini de hazırlamış koymuştur yanına. 

 

Çakılı çivisi, dikili ağacı yoktur, birkaç zralık (zra: 48 santimetrelik bir ölçü birimi) mezarı olur sonunda.
Gittim efendim. 

 

Ziyaret için Üsküdar’a. Tekkenin yeri kolay. Zenci Musa ile ilgili bir tabela var ama kabir taşını bulamadım. Ne biliym belki de benim Osmanlıcam o kadar. 

 

 

MI ACABA?

 

 

Böyle yazıları genelde bir erbabına okuturum, ki hata olmaya. Profesyonel tarihçi olmadığımız için bazen çuvallıyoruz, zaman zemin kayıyor, yine vurmayalım baltayı taşa... 

 

Yazıyı gözden geçiren arkadaş Kuşçubaşı Eşref’ten hayli rahatsızdı. “Neticede bunlar İttihatçı militanlar” dedi, “Abdülhamid Han’ın düşmanıydılar, koca imparatorluğu dağıttılar. Almanlarla düşüp kalktıkları için propagandanın gücüne vakıf oldular. Sözüm meclisten dışarı, efsaneler uydurdular. Çanakkale’de kuru ekmek masalları, bacadan giren mermiler, saate çarpan şarapneller filan… Hâlbuki tertemiz bir zafer, hurafeye ihtiyacı mı var? 

 

Kuşçubaşının adı bile uydurma. Babası sarayın kuşçularından biri o kadar. Kuşçubaşılık ayrı bir şey, önemli mevkidir Osmanlıda. Sonra Sultan Sencer’le hiçbir alakası yok. Sencer ismini ileri yaşlarda ekliyor adının yanına. Bütün bunları Dr. Polat Safi yazdı açıkça. 

 

 

HESAP ORTADA

 

 

Gelelim Cembele’ye. Şimdi baskın yemiş, kafileden iki kişinin çıkması ve 300 bin altını alıp taaa Yemen’e götürmesi kolay değil. Hayber Medine arası 150 km. Medine San’a arası 1.430 km. Topla 1.580 km eder. Yani Edirne Van daha kısa. Saatte bir fersah katetseler 36 km tutar ki menzil derler ona. Yani 44 gün çöl adımlayacak ki, San’a’ya vasıl ola. 

 

O hengâmede keseleri kuşağına koyup kaybolamaz. Bir Reşat altını 7,2 gram, 300 bin altın, 2 ton 160 kilo yapar. Bir sürü avadanlık, mühürlü sandıklar, evrak… En az 20 deve lazım, âdeta kervan. Kaldı ki güzergâh belli, kuyuları takip etmek mecburiyetindeler. İngilizlerin keşif tayyareleri vızır vızır uçarken, mıntıka ajan ve şaki kaynarken böyle iştah açan bir servetle kem gözlerden nasıl sakınır insan?

 

 

HİKÂYE GÜZEL AMMA…

 

 

General Harrington denen kibirli herif, güneş batmaz imparatorluğun genelkurmay başkan muavini. Farz edin umumi vali, bir nev’i kral. Zafer sarhoşu, İstanbul ondan sorulur o sıra. İtalyan general Ernesto Monbelli ile Fransız general d’Espèrey’in bile ayağını kaydırdığına göre var gücünü anla. 

 

Ekibi ile Mekteb-i Harbiye’ye çöker, Kroeger Otel’de (şimdiki Beyoğlu Öğretmenevi) imparator gibi yaşar. Bir hayat ki balo kıvamında. Haşmetmeapları rıhtıma niye insin? Hem niye muhatap olsun hamallarla? Kaldı ki milletin içinde ‘Gel bize çalış’ teklifi yapılmaz. Reddolunacağını bilecek kadar uyanıktır, basar mı yaşa?” 
Sükûûût. Bir şey diyemedim ona. 

 

Amaan, altınları taşısa da taşımasa da, Harrington’la konuşsa da konuşmasa da Zenci Musa diye bir yiğidimiz var mı? Var! 

 

Onun halis bir mümin ve sadık bir tebaa olduğundan şüphemiz? Hayır asla.  

 

Allahü teâlâ gani gani rahmet eylesin, memlekete hizmeti geçenlerin alayına. 

UYARI: Küfür, hakaret, bir grup, ırk ya da kişiyi aşağılayan imalar içeren, inançlara saldıran yorumlar onaylanmamaktır. Türkçe imla kurallarına dikkat edilmeyen, büyük harflerle yazılan metinler dikkate alınmamaktadır.