Kuzguncuk’un adı namlı mimliye çıkar, pek itibar olunmaz. Bu yüzden kendisi gibi kalır, betonlaşmaz.
Şirket-i Hayriye’nin efsane müdürü Hüseyin Haki vazifeye gelince önce çift defter tutturur, muhasebeyi rayına oturtur. İskelelere bekleme salonları yaptırır, duvarlara şikayet kutuları astırır. Dünyanın ilk arabalı vapurunu (Türk dizaynı Suhulet) sefere sokar. Gemilerin saatlerinde kalkmaları ve zamanında varmaları hususunda çaba harcar.
Ancak bütün gayretine rağmen Boğaz seferlerini oturtamaz. O gün geç yanaşan kaptanı çeker kenara: “Nerede sıkıntı? Neden bu tehir, nedir bu aksama?”
Kaptan “Efendim” der, “Çengelköy’ün zerzavatı, Beylerbeyi’nin teşrifatı, Kuzguncuk’un haşeratı oldukça seferler düzen tutmaz!”
Şöyle: Çengelköy bostanları ile ünlüdür malum, yolcu sepetler, küfeler dolusu hıyar, incir, marul taşımak ister yanında. İndir bindir zaman alır, halat bi’ türlü toplanamaz. Beylerbeyi’nde ise İstanbul efendileri mukimdir, birbirlerine yol verir, iltifat ederler dakikalarca. “Zatıalileriniz buyursunlar” “Mümkün mü mirim önünüze geçemem asla!”, “İstirham ediyorum ama; âlâ yemin, lütfen sağdan…”
Kuzguncuk yolcusu ise tez canlıdır, kapılara hücum eder, iskelede sıkışırlar. Bağrış çağrış, itişme kakışma. Ne biner, ne bindirir, haşerat derler onlara.
Hâlbuki zikrolunan semt beylerin oturduğu Beylerbeyi ile paşalara mekân olan Paşalimanı arasındadır. İki yanı muhit-i mutena.
GELELİM EŞRAFA
Safer 880 (Haziran 1475) tarihli Arapça vakfiyeden öğrendiğimize göre; Fatih devri sanatkârlarından Baba Nakkaş (Muhammed ibni Şeyh Bayezidü’ş-şehir) Kuzguncukludur. Oğlu Derviş Mehmet, Kanuni devrinde defterdarlık yapar. Torunlarından Şeyh Mustafa da dedesi gibi nakkaş olup “eski saray kapısı üzerinde o sihr-asar münakkaş saçağı ve Saray-ı Cedid’de Divanhane-i Bayezid Han’ın kubbelerini tezyin eder” itinayla.
Semtin önemli isimlerinden biri de korusunu ve yalısını kullandığımız Fethi Ahmed Paşa’dır. Rikâpdar Hafız Ahmed Ağa’nın oğludur.
Rikâpdar lügatte üzengi tutan şeklinde geçse de, bunlar padişahın seçme askerleridir, seferde yanında dururlar.
Fethi Ahmed, Eyüp’te Abdullah Paşa Yalısı’nda doğar. II. Mahmud döneminde saraya alınır. Asâkir-i Mansure-i Muhammediye’ye katılır.
Enderun Ağaları Bölüğünde kıtaya çıkar. 1828 Osmanlı-Rus Harbi’nde yararlık gösterince miralay (albay) yapılır. Sonra padişah yaveri, mirliva (paşa), derken ferik (tümgeneral yahut korgeneral) olur. Viyana’ya elçi yollanır, bilahare Aydın Valiliğine, Paris Elçiliğine tayin edilir. İstanbul’a dönüşünde Meclis-i Vâlâ azalığına seçilir.
HANEDAN DAMADI
Gözde bir devlet adamıdır, nitekim Abdülmecid Han’ın kız kardeşi Atiye Sultan’la (1824-1850) evlendirilir.
Hayır hasenat sahibidir, babasından yadigâr ahşap mescidi kâgir olarak inşa ettirir (Karacaahmed Camii).
Paşamız Arapça, Farsça, Rusça, Almanca ve Fransızca bilir. Fransız edibi Lamartine, Fethi Ahmed Bey’in bilgisine, görgüsüne ve zarafetine hayran kalır.
Bu arada ticaret nazırlığı (bakanlığı), Meclis-i Vâlâ reisliği, seraskerlik yapar. İkinci defa Tophane müşiri iken emrihak vaki olur, Divanyolu’nda Sultan II. Mahmud Türbesi haziresine defnedilir. Hasılı doğma, büyüme ve ölme İstanbulludur (1801-1858).
İLK MÜZE İLK KAZI
Fethi Ahmed Paşa Türk müzeciliğinin kurucusu sayılır.
Osmanlılar Topkapı Sarayı surları içinde kalan Aya İrini Kilisesi’ni, iç cebehane (cephane) gibi kullanırlar. Tahta geçen padişahlar mutlaka buraya uğrar, dedelerinin kılıçlarını bellerine takarlar. Eski yayların, zırhların, tolgaların hatırası vardır, cebeciler korur kollar, bakımlarını yapar. Adı geçen mekân Darü’l-Esliha (silah evi) diye adlandırılır bir zaman sonra (1839).
Bir ara Abdülmecid Han Yalova’da rastladığı Roma kalıntılarına sahip çıkar. Fethi Ahmet Paşa bu eserlerin tasnifini yapar, envanterini çıkarır, götürür İstanbul’a. Bu ve benzeri parçalan, “āsār-ı atika” (eski eserler) ve “āsār-ı esliha” (eski silahlar) diye ikiye ayırır. Aya İrini’de ayrı ayrı galerilerde ziyarete açtırır. Eldeki kıyafetleri Avrupa’dan getirttiği alçı mankenlere giydirir kuşatır. Tophane müşirliğinden izin alanlar, müzeyi gezip dolaşır rahatça.
Bu arada valilere bir emirname yollar. “Eski eserlerin sâye-i şevket-vâye-i cenâb-ı şehriyârîde tanzim kılınan müzeye va’zolunmak üzere bir tarafına halel getirilmeden nakli sağlansın!”
Bilhassa Aydın, Kudüs, Halep ve Samsat’tan hayli eser yollanır.
Bu arada Fethi Ahmed Paşa İstanbul Atmeydanı’nda ilk arkeolojik kazıyı başlatır.
KORUSU KALDI YADİGÂR
Paşa ünlü yalısını “İsmet Bey”den satın alır. Ölümünden sonra damadı (Said Paşa’nın torunu) Avukat Şevket Mocan’a kalır.
Şevket Bey masraftan kaçmaz, yalıyı onartır (1948), pembeye boyatır. Koruda çam, çınar, köknar, defne, akçakesme, sakız ağacı, erguvan ve gümüşi ıhlamur ağaçları vardır. Bir maki türü olan kermes meşeleri yerini sever, 18 metreye ulaşır. Yer yer atkestaneleri, saplı meşe, akdut, Trabzon hurması, akasya, dişbudak, porsuk, kartopu, kızılcık, Japon taflanı ve kadife çamları yayılır. Tepenin sırtında sedir, kızılçam, fıstık çamları yer alır, asırlık sakız ağaçları âdeta tarihî vesikadır.
Şevket Bey bilahare kendi hissesini “betonlaştırılmaması şartıyla” İstanbul Belediyesine bırakır (1958).
Gelgelelim Fethi Paşa Korusu 1980’lere kadar metruk kalır, yolları çalılar sarar, duvarlar sarmaşıkla kaplanır. Rahmetli Özal devrinde sil baştan tanzim edilir, koşu parkurları, seyir terasları, lokanta, çayhane, basketbol ve voleybol sahaları yapılır ve halka açılır.
GİT DERDİNİ MARKO PAŞA’YA ...
Marko Paşa ise Sira adasında doğup büyüyen bir Rum çocuğudur, Mekteb-i Tıbbiye-i Şâhâne’de okur, hekim olur. Onu mahir cerrahların yanına katar, seririyat- ı hariciyede (cerrahi kliniği) muallim muavini yaparlar. Osmanlı işi ehline verir, çalışanın önünü açar. Nitekim tarihimizde ilk defa bir hekim mirliva (paşa) rütbesi alır. Ardından Mekteb-i Tıbbiye-i Şâhâne nazırlığına getirilir (1871) ve “Mecruhin (yaralı) ve Marda-yı Askeriyeye (askerî hastalara) İmdat ve Muavenet (yardım) Cemiyeti”nin kurulmasında rol oynar.
Adı böyle uzun kalmayacak, Hilal-i Ahmer (Kızılay) olacak, sivillerin de yardımına koşacaktır.
İşte bu yüzden “Git derdini anlat” derler, “Marko Paşa’ya.”
Paşa meşrutiyetin ilanından sonra Meclis-i Ayan azası da olacaktır.
Ünlü tabibin köşkünde “Hayat Bilgisi” dizisi çekilir. Ve hâlen “Kuzguncuk İlkokulu” olarak kullanılır.
BOĞAZ’IN İNCİLERİ
Kuzguncuk’ta Cemil Molla Köşkü’nün yanında II. Abdülhamid dönemi şeyhülislamlarından Üryanizade Ahmed Esad Efendi’nin yaptırdığı bir ahşap mescit var ki, biblo gibidir âdeta.
Altı kayıkhane, önü sundurma, hele o minare, bu kadar mı güzel olur ya?
Girersiniz ohhh. Yosunlu deniz esintisi karışmış reçine kokusuna.
Mihrap, minber çok sade, inanır mısınız o mütevazılık heybet katmış ona. Aslında ufak tefek bir bina.
Kuzguncuk mevki yerdedir ama nedense rağbet görmez, para etmez zamanında. Bu onun şansı olur bir bakıma. Müteahhitler dolanmaz, bostanlar yolunmaz, yalılar, konaklar gitmez araya.
1914’te nüfusu 4 bindir. Geliyoruz 1994’e yine o civarda.
BOSPHORUS (İNEK GEÇİDİ)
Bizans devrinde Rumeli’den getirilen sığırlar Beşiktaş’tan teknelere bindirilir, havalide indirilir karaya. Zaten bu yüzden Bosphorus (İnek Geçidi) denir Boğaz’a.
Rumlar II. Iustinos’un yaptırdığı çatısı yaldızlı kiliseden ötürü Hrisokeramos (altın kiremit) derler kendi aralarında.
Evliya Çelebi ise ismini II. Mehmed zamanında mahalle yerleşen “Kuzgun Baba” adlı veliden aldığını yazar.
Bu kuytu semt, Perihan Abla ve Ekmek Teknesi ile ekrana çıkar. Son yıllarda “görünbenicilerin” resim video paylaşma merakı ile yıldızı parlar ki, artık aşk olsun tutana.
Tatil günleri nostalji sevenler akın akın akar, İcadiye Caddesi’ne yığılırlar. Kafe, pastane, lokanta, dondurmacı, kurabiyeci olan meskenler lebalep dolar. Kaldırımda iskemle bulan kendini şanslı sayar.