Sabah namazlarını Eyyûb Sultan’da eda etmek bir İstanbul klasiği oldu. Hele tatil günleri nasıl kalabalık, omuz omuzu sökmüyor âdeta...
Camiden çıktınız, Allah (celle celalüh) kabul etsin. Şimdi ya poğaça börek alacak, ya çorba içecek, ya da serpme söyleyeceksiniz garsona.
Ne yerseniz yiyin, üstüne çay gelmeli mutlaka. Orası kolay, ara sokaklarda çay ocakları var. Onlardan biri de Fatih kardeşimizin. Duvarlara çayla alakalı derin derin vecizeler asmış, muhabbeti damardan.
Derler ki Ahmed Yesevi Hazretlerine, sıcak bir günde çay ikram edilir. İki sıcaktan bir serinlik hasıl olur, yudumladıkça ferahlar. Mübarek boynunu büker, ellerini açar: “Ya Rabbi bu içeceğe revaç ver. İhvanlar faide bulsunlar.”
Çay Türkistan’da tasavvuf ehli arasında hayli rağbet görür, hatta “derviş çorbası” derler ona.
Müridanın yoldaşı, halkanın kıdemlisidir. Edeple içilir, nefs-ü hevadan geçilir.
Sohbet-i erbâb-ı dil bir lâhza sensiz olmasın.
Hürmetin inkâr eden, dünyada hürmet bulmasın.
Çayın usul-ü erkânı ve şerait-i selâsesi (3 şartı) vardır, hafife alınmaz, baştan savılmaz.
“Çay kadehde dide-efrûz olmalı, lebrengü, lebrizû, lebsûz olmalı.”
Yani küçük ve şeffaf bardakta sunulmalı. Dudak renginde olmalı, dudağına kadar dolmalı ve dudağı yakmalı.
Buna “leb-sâz” ilave edenler de var, hafifçe dudağı burmalı.
Eskiden sabahları çorba içilirdi malum, mercimek, şehriye, tarhana, artık ne olursa.
Yayarsın sofra bezini, koyarsın siniyi ortaya... Çinko sahana iki kepçe çorba, akşamdan kalan somunu da doğra. Minikler bir anda etrafını sarar, harala gürele saldırırlar. Çat, çat, çat, şimşir kaşıklar tokuşur havada. Küsme, darılma, nazlanma şansınız yoktur, aç kalırsınız yoksa.
Çay hakkı mahfuzdur ama. Ananız bardakları doldurulacak, dağıtacaktır sağ baştan.
Çaysız kahvaltı mı olurmuş? Hele sohbet ne mümkün? Aksi teklif bile edilemez muhibbana.
Sevinirsin çayla kutlarsın, üzülürsün teselli ararsın çayda. Güneş açar çay demlersin, yağmur yağdı bir daha.
Yalan!
Bir kere çay bitkisi bodurdur, çok olsun bel hizasında, haydi fincana girdi diyelim ööle pat diye dem tutmaz.
İşlenmesi lazım. Solduracaksın, kıvıracaksın, sıkıp suyunu şekerini alacaksın, kalburlayacaksın, mayalayacaksın, kurutacaksın, sapını çöpünü ayıklayacaksın. Sonra bakır semaver ve porselen demlik marifetiyle haşlayacak, zarafetle süzecek, tebessümle sunacaksın.
Piyasada iki tip çay var, biri bizimki gibi fermente edilmiş kara çay, diğeri işlenmemiş (ya da az işlenmiş) yeşil çay.
Hasadı da mühim, üç parmakla koparılan çay çiçekleri (akkuyruk) ve tomurcuklar (altınbaş) hoş kokar, makasla kırkılan yapraklarda o nefaset olmaz.
Efendim çay bize geç gelir ama iyi gelir, yer tutar hayatımızda. Türkler kahvenin hakkını nasıl verdilerse çayı da uydurur nabzımıza.
Efendim İngiltere’de şöyle içiliyormuş da yok Kamboçya’da…
Kimi süt, kimi tuz, kimi yağ atar. Araplar nanesiz (nanefişşay) içemezler mesela.
Tamam kakule, bergamut ney olsun da, ayarında. Şeker koydun ettin şerbet, limon sıktın oldu limonata.
Sonra nedir o sürahi cesametinde kupalar? Bardağın ince belli olacak bi’ defa!
Bundan 1265 yıl evvel Bilge Lu Yu oturup bir kitap yazar, çay nasıl yetiştirilir? Nasıl demlenir? Nasıl içilir?
Uzak Doğulular çayı buğuya tutar, havanda ezer, hamur yapar, pirinç, zencefil ve baharatla yoğururlar. Ki Moğol, Tibet hâlâ aynı yolda.
Japonlar ise çay odalarına çekilir, yok diz çökmeler, fincanı iki elle tutmalar, göz yummalar.
Ya oolum Taocu musun nesin? Tipin mi öyle gösteriyor yoksa?
Geyşa faslı hepten aykırı, hiç girmeyelim o mevzuya.
Okakuro Kakuza bütün bunları kaleme alır. Abartır, kabartır, satar merâklısına.
Deeerken efendim Venedikli tacirler Avrupa’yı çayla tanıştırırlar. Lakin Portekizliler atak yapar ikinci kulvardan. O yıllarda çay öyle kıymetlidir ki eczanelerde satılır, dirhemle, gramla.
Peter Stuyvesant ise çayı Hollanda’dan Amerika’ya taşır (1650), paraya para demez, mangır, fülus çuvalla.
İngilizler hem çayı hem de Çin’i karıştırırlar. Doğu Hindistan Şirketi halkı afyona alıştırır, kara parayla bahçeleri kapatır. Bir nesil helak olunca İmparator tavır koyar, Kraliçe Viktorya ise uyuşturucu simsarlarına sahip çıkar. Destek için donanma yollar, şehirleri yakar.
Gördün di mi? Para neler yaptırıyor insana?
İngilizler bilahare Hindistan, Seylan ve Kenya’ya sarkar. Fukaraya çay toplatırlar dipçik zoruyla.
Gelgelelim müstemlekeci kibirlidir, kafası basmaz. Bazen kendi bacağına sıkar. Amerika Umumi Valisi çay vergisini artırınca milliyetçiler ayağa kalkar, Boston limanındaki çay balyalarını denize atarlar. İşte bu isyan kıvılcım olur hürriyet savaşına.
Bizim mahalle kahvelerimiz mektep gibidir. Cemaat yatsıyı müteakip mekâna gelir. Çaylar kahveler söylenir, kimin hastası, borcu varsa, kimin oğlu askere gidecek, kızı gelin olacaksa...
Pertavsız Pertevler olup biteni kaçırmaz, yetiştirir muhatabına. Eşraf vaziyetten vazife çıkarır, eller cebe gider anında.
Batmış çıkmışlar, içeri düşmüşler, gurbet dolanmışlar, aşka kapılmışlar... Ne maceralar, ne maceralar...
İlim erbabı lüzumunda parantez açar. Ehl-i dîl (gönül ehli) ise lisan-ı hâl ile konuşur, lafa karışmaz .
Bayezid, Babıâli gibi semtlerde meşhur kıraathaneler (Küllük, İkbal, Meserret) vardır, ki Ahmed Hamdi, Peyami Safa, Neyzen Tevfik, Necip Fazıl, Ahmet Kabaklı, Tarık Buğralar bulunur müdavimleri arasında. Edipler, mütefekkirler söz alır, gençler hissedar olurlar.
Şuara ve muharririn yazdıklarını haziruna sunar. Kalem ehli tenkitleri de, alkışları da yazar kenara. İkaz mühimdir, matbaaya girdikten sonraaa...
Meğerki geçmiş ola.
Ninelerimiz çayı teneke kutulara koyar, kilitli dolaplarda saklar. Tek parti döneminde yokluğunu yaşamıştırlar, tedbiri elden bırakmazlar.
Bazı ocakçılar bardakları yarım doldurur, sorana “dudak payı” buyururlar.
Amcam çıkışmış “evladım ben deve dudaklı mıyım? Doldursana kulağına kadar!”
Çayın haddi yoktur. Evveli icbârîdir (mecburi), ahiri ihtiyari (keyfinize kalmış).
Bir çay beyhude, iki çay faide, üç çay kaide, iç dördü - at derdi, madem çıktın beşe, sürgit on beşe, Rabb’im versin neşe.
Dem gelir, gam gider, çay ne, say ne?
Dadaşa sormuşlar “çay?”
“Yoh” demiş “tokinir!”
Şair demiş, “geleydin bir çay içimi; sen dem dökeydin, ben içimi.”
Dost iki çay söylediyse ümit vardır hâlâ. Demek ki küsmemiş, henüz her şey bitmemiş.
Ama bir çay içecek yâranın bile kalmamışsa, vay gelmiş başına.
Çay ve semaveri Kafkas muhacirleri taşır Anadolu’ya. Abdülhamid Han çok sever, Sultan Reşad ise müpteladır âdeta.
Ulu Hakan Japonya’dan tohum getirtir, Bursa’ya ektirir ama verim alınamaz. Karadeniz’in doğusu müsaittir oysa, Batum’da yetiştiğine göre Rize’de niye olmasındır di mi ama? Halkalı Ziraat Mektebi Müdürü Ali Rıza Efendi, bizzat takip eder, muvaffak olur sonunda.
T.C .de çay ekmek serbesttir, işlemek ise zinhar ve asla! TEKEL adı üzerinde “tek el”dir rekabetten hoşlanmaz, müteşebbise fırsat tanımaz.
Bu yüzden markalarımız olmaz, açılamayız dünyaya. Hâlbuki Karadeniz çayı tropikal çaylara nispetle pirüpaktır, börtü böcek olmaz, tarım ilacı taşımaz.
Eskiden günde iki öğün yenirdi. Sabah ve akşam.
Bedford Düşesi Anna akşama doğru mızıldar “ah öldüm bittim. Su almış tekneye döndüm ya!”
Hemen çay ve kek koştururlar ablaya.
Bu “Beş çayı” dalgası bize de ulaşacak bulaşacaktır sonunda. Tiryakiyi bağlamaz tabii, Türk beşte de içer; altıda da. Yedide, sekizde, dokuzda, on dokuzda, yirmi iki otuzda...
Çaydaki kafein, kılcal damarları genişletir; ağrıları hafifletir, zindelik verir, yorgunluğu giderir. Vitamini ikramdır ayrıca.
15 dakika sonra içilirse müsekkindir, sükunet verir, öfkeyi kovar.
Şu dinimizin güzelliğine bakar mısınız? Gecenin bir vakti (sahurda) çay demlettiriyor insana.