Kızılderili şampiyon, hayatı boyunca elinden alınan madalyaların hüznü ile yaşayacak, çaldığı kapılar suratına kapanacaktır.
Bilirsiniz beyazlar Amerikalı yerlilerin ormanlarını, göllerini çalar, topyekûn kırılsınlar diye virüslü battaniye dağıtırlar. Yüzlerce kabileyi, onlarca dili, milyonlarca bizonu ortadan kaldırır, yerlileri cani ve yabani gibi tanıtırlar.
Bazı papazlar “asmayalım asimile edelim” teklifinde bulunur. Toplanan çocuklara Hıristiyan ismi koyar, boyunlarına haç asar, cemiyete kazandırırlar (!)
İşte Sac ve Sauk kabilesinden 1887 Oklahoma tevellütlü Wa-Tho-Huk (Gece karanlığında çakan şimşekle aydınlanan yol) da ebeveyninin elinden alınır, ikiz kardeşi ile birlikte Katolik mektebine kapatılır. Çocuğun hayatı kararır.
Çocuğa James Francis Thorpe diye bir ad yakıştırır vaftiz eder, kısaca Jim diye çağırırlar. Garibim onlar gibi giyinir, onlar gibi konuşur, muti vatandaş olmaya çabalar. Yine de soluk benizliye yaranamaz.
Artık ataları gibi hür değildir, dağlara tırmanamaz, çayırlarda koşamaz. Ama damarlarında Kızılderili kanı vardır yerinde duramaz.
Okul soğuktur ikiz kardeşi Charlie üşütüp zatürreden öldüğünde 9 yaşındadır daha.
Thorpe bu okulu hiç sevmez sık sık kırar. Bu yüzden onu Kansas, Lawrence’taki yatılı Kızılderili okuluna (Haskell Enstitü) alırlar.
Annesini kaybedince Thorpe burada duramaz kaçıp bir at çiftliğinde çalışır.
Sonra babasını dinler Pennsylvania, Carlisle’deki Indian Industrial School’a başlar. İşte orada atletik kabiliyeti fark edilir ve Amerikan futbolunun efsane koçlarından Pop Warner elinde yetişir. O yıl babasını da kaybeder, kendini spora verir. Olimpiyat elemelerine katılır ve kazanır bileğinin hakkıyla.
Jim dünyanın dört bir yanından gelen insan azmanlarına karşı çıkma papuçlarla yarışır. Hem pentatlonu, hem de dekatlonu kazanınca İsveç kralı bile ayağa kalkar “Atletlerin atleti” diye hitap eder ona (1912).
Döner gelir memlekete, dekatlonda Amatör Atletizm Birliği Şampiyonası’nda bir zafer daha...
Haydi yerliler yine ayakta. Bunlara da yüz vermeye gelmez, meskûn mahalde ateş dansına kalkar, gece boyu çığlık atarlar.
O yıllarda olimpiyatlara katılan sporcular amatör olmalıdır mutlaka. Kurallar katıdır, diyelim para ödülü aldın bitti gitti, feriştahı olsan giremezsin bir daha.
Ocak 1913. Worcester Telegram gazetesi nedense çocuğa takar. Thorpe’un Olimpiyatlar öncesi yarı profesyonel beysbol oynadığını yazar. Başka haber yokmuş gibi diğer gazeteler de atlar mevzuya.
Evet Thorpe, 1909 ve 1910’da Rocky Mount, Kuzey Carolina için beysbol oynamıştır ama leblebi çekirdek parasına. Maç başına 2 dolara.
Aslında üniversite oyuncuları harçlık kazanmak için yazları takımlarda oynar ama takma ad kullanırlar. Bizimkinin içindeki dışındadır, oynadın mı diye soranlara “evet” der saklamaz. Amatör Atletik Birliği (AAU) ve özellikle sekreter James Edward Sullivan davayı ciddiye alır, fgereksiz abartırlar.
Thorpe “yerli çocuğu olduğum ve bu tür şeyler hakkında bir şey bilmediğim için mazur görülmeliyim” yazsa da AAU bunu itiraf sayar.
Amatörlüğünü iptal eder, hatta işlemi geriye dönük yaparlar. Uluslararası Olimpiyat Komitesi (IOC) de unvanını, madalyalarını, ödüllerini (takriben 50 bin dolar) elinden alır.
Halbuki Thorpe para için oynamış olsa bile AAU ve IOC diskalifiye edemez. Olimpiyat kural kitabında, itirazların “oyunların kapanış törenlerinden itibaren 30 gün içinde” yapılması gerektiği belirtilir açıkça.
Hâlbuki bunlar 6 ay gecikmiştir, uyan da balığa…
Kaldı ki çocuğu bulup buluşturan, evrakları tanzim eden, kurula sunan, alıp İsveç’e götüren kendileridir.
Kime anlatıyorsun Olimpiyat Komitesi ırkçıların elindedir baştan ayağa.
Jim hayatı boyunca bunun hüznü ile yaşar. Her önüne gelene uğradığı haksızlığı anlatır, büyük ümitlerle postaneye koşar.
İstidalar, mektuplar, protestolar…
Alayını hasıraltı yapar, kapıyı kapatırlar.
1913’te profesyonel olur, Indiana Pine Village Pros ve New York Giants ile sözleşme imzalar. 1913-19 arası Major League Baseball’da altı sezon oynar.
1915’te Canton Bulldogs Amerikan futbolu takımına katılır ve üç şampiyonluk kazanır.
Futbol Ligi’nde (NFL) altı takımın formasını giyer... Sonra sırf Amerikan yerlilerinden oluşan bir ekiple basketbol oynar.
Hatta 1920-21 arası Profesyonel Futbol Birliği’nin Başkanlığını yapar.
Thorpe atletik başarıları ile sayısız ödül alır. Associated Press onu son elli yılın “en büyük atleti” olarak tanıtır halka.
Üç defa evlenir 8 çocuğu olur. Onlara ve torunlarına hep olimpiyat maceralarını anlatır.
“Atletlerin atleti” ölürken bile madalyalarını sayıklar, “onları bana geri verin” diye yalvarır etrafına (1953).
Jim’in hakkı öldükten 30 yıl sonra teslim edilir anca. (1983)
Kemikleri çürüdükten sonra...
1896 Atina… Şampiyonlukların alayını yabancılara kaptıran Yunanlılar çok bozulurlar. Sıra gelir dayanır maratona. Milyarder sponsor Averoff’un kızı birinci gelecek Yunanlıyla evleneceğini açıklar. Ama yarışı yakışıklı atletler değil, Spridon adlı bir çoban kazanır. Tabii ki evlenmez sen yoluna ben yoluma. “Sınıf farkı” vardır aralarında.
Olimpiyat Komitesi Başkanı Coubertin, Paris Olimpiyatları’nda da aradığını bulamaz. Organizasyon Dünya Fuarı’nın ekstra ikramı gibi sunulur, panayır görüntüsünden kurtulamaz. Ağaca çıkma, halat çekme gibi dallarda yarışan sporculara madalya değil, şemsiye, bisiklet, tıraş takımı dağıtırlar. “Evvet baylar, ayrıca yanında bir adet tarak ve ayna…”
Bazı atletler arazide kaybolur, kimi hakemler ayakta uyur. Atılan diskler dallara mı takılmaz, ayakları çamura mı saplanmaz. Belçikalı Leon De Lunden tüfekle 21 kuş avlayarak kürsüye çıkar. Hayvancıklardan kan damlamaktadır hâlâ.
“Alkışlayalım arkadaşlar!”
İlk defa düzenlenen kürek yarışında Hollandalılar direksiyona 6-7 yaşlarında bir seyirciyi oturtur, bu dümenle ağırlıktan kurtulup birinci olurlar. Ne yazık ki annesi pataklayıp eve götürdüğü için çocuk podyuma çıkamaz.
1912’de Stockholm’de Amerikalı yüzücü Johnny Weismüller üçgen vücudu ile nazarları üzerine toplar. Hollywood’un teklifine “Yes OK” der ve Tarzan filmlerinde başrol oynar.
Modern olimpiyatların fikir babası Mösyö Pierre de Coubertin, sporun sadece, boş zamanı olan elitler tarafından yapılmasını savunur, ‘amatör’ kelimesini kendine kalkan yapar. Bayanların müsabakalara katılması kabullenilecek bir şey değildir. Yaptığı konuşmalarda “burada kadınların rolü” der, “erkeklerin galibiyetini alkışlamaktır o kadar!”
Zaten otoriteler kadının spor yapmasını doğasına aykırı bulur, koşan bayanların erken yaşlanacağını savunurlar.
Amerikalı Robinson o yıl 100 metre finalinde koşar ve 17 yaşında olmasına rağmen dünya rekoru kırar. Derken bir otomobil kazasında sakatlanır, adım bile atamaz. Ama bırakmaz, önce emekler, sonra tay tay. 1936 Berlin olimpiyatındayine yer alır takımında. Üstelik 4x100 bayrak yarışında birinci olurlar.
Hani “azmin elinden” derler ya...
1948 Londra Olimpiyatları’nda 30 yaşında iki çocuklu Hollandalı ev kadını Fanny Blankers madalyaları toplar. Seyircilerin şaşkın bakışları altında 100 metre, engelli, uzun atlama ve bayrak yarışından dört altın kapar. Daha da fazlasını alabilir ama müsabaka saatleri çakışmasa.
İtalyan atlet Dorando Pietri ise 42 kilometrelik maratonun birincisi olarak stadyuma girer, bitiş çizgisi yerine ters yöne koşar. Bir başka çizgiyi geçip bayılır oracıkta. Hakemler koluna girip finişe taşırlar ama sayılmaz.
1936 Berlin Olimpiyatları’nda Naziler her vesile ile propaganda yapar. Beyazların ari ırk olduğundan dem vururlar. Ancak Jesse Owens adlı bir siyahi sarı saçlı gestapolara nal toplatır. Dört altın madalya alarak, Hitler’in üstün ırk teorisini çevirir paçavraya.
Bakın şu işe ki Almanlar da alkış tutar Adolf’u çıldırtırlar. İşin enteresan yanı Owens, uzun atlamada, rakibi Alman Luz Long’un tavsiyelerini dikkate almış, onun tekniği ile finale çıkmıştır.
Etiyopyalı Abebe Bikila ise çıplak ayakla koşarak maraton kazanır. Demek bir de pabuçları olsa...
1988 Seul’de Naim Süleymanoğlu, 6 dünya ve 9 olimpiyat rekoru kırarak “Cep Herkülü” ünvanı kazanır.
Ardından Halil Mutlu katılır kervana.
Bilgilendirme, icerik üslup harika..kalemine saglik hocam