Antep savunmasında kastellerin rolü büyük oldu...
Bunu söyleyen arkadaşa soruyorum, “benim bildiğim kastel şato demek Fransızca.”
- Bize Arapçadan girmiş, suyun taksim edildiği yer manasında. Bak hemen şurada Pişirici Kasteli var, gel gezelim vaktin varsa.
- İşimiz ne? Olur, tamam.
Nasıl da sıcak, gözüm gölgelerde, gitmese miydik acaba? Neyse uzak değilmiş, arzın merkezine doğru inen bir merdiven gösteriyor.
“Evet buradan!”
Basamak basamak alçalıyoruz, dirseği döndükten sonra geniş bir kubbe çıkıyor karşımıza, mağara gibi loş ve serin. Sesiniz katlanarak artıyor, ufak bir öksürüğünüz gök gürültüsü gibi dönüyor kulağınıza.
Aks-i seda!
Oturmak ve uzanmak için sekiler yapılmış, ne uyunur ama burada. Bir su serinliğidir dolanıyor ortalıkta.
Hatırlarım da eskiden Medine esnafı dükkânın önemli bir kısmını mükeyyefe ayırırdı. İki buzdolabı cesametinde bir alet düşünün, motorla basılan hava şırıl şırıl akıtılan suların içinden geçer serinlik sunar.
Hülasa hasta etmeyen bir klima.
Gezdiğimiz kastel 13 YY eseriymiş, bir su hayrı, Memlüklardan kalma, yedi asırdır hizmet sunuyor insanlara.
Tavan kesme taş, yerde irice bir havuz, berrak sular geziniyor şırıltıyla.
Efendim, Gaziantep nehir ve göl kenarında değil, öyle dağlarından şelaleler akmıyor. Bir Alleben Deresi var onun da yazın genişliği üç karışa düşüyor, ayak bileklerinizi örtüyor anca.
Ama su gözesi bol, zaten Araplar bu yüzden Ayıntab (parlak pınar) diyorlar ona.
Ecdat yine de suyu idareli kullanıyor, aman kirlenmesin, bulanmasın, buhar olup uçmasın. Kaynaklardan gelen sular “su burcu” denen merkezlerde toplanıyor, livaslarla (yer altı kanalları) kastellere yollanıyor.
Livasların üzerinde yer alan evler şanslı. Zemine bir delik açıp suya ulaşıyor, kovasını sarkıtıp dolduruyor. Elbette bu delik çok serin, gıdalar da saklanabiliyor icabında.
Şehrin üstünde nasıl sokaklar varsa, altında da dehlizler dolanıyor.
Bazılarının içinde helalar, çimecek (banyo) ve mescit de bulunuyor. İkinci havuzu olanlar çamaşıra müsait, kadınlar daha ziyade yün yıkıyor.
Ramazan akşamları ayrı şenleniyor. Kebaplar, baklavalar, ayranlar geliyor. Aşr-ı şerifler okunuyor, ilahiler söyleniyor, kubbede ekolanan ses yüreklere işliyor.
Bu benzersiz sistem mimarlardan büyük ilgi görüyor, nitekim UNESCO Geçici Kültür Mirası Listesi’ne giriyor.
Evlere su şebekesi çekilince kastellerin itibarı azalıyor, cami yakınlarındakiler şadırvan olarak muhafaza edilse de diğerleri metruk kalıyor, eriyip gidiyor zamanla.
Çimento keşfolundu mertlik bozuldu, beton bir kere daha ezici gücüyle mahallî mimariye galip geliyor.
Onlarca kastelden sadece İhsan Bey (Esen Beg), İmam-ı Gazali (eserlerini burada yazdığı rivayet edilir), Ahmet Çelebi, Kozluca ve Şeyh Fethullah kasteli hayatta kalıyor.
Kanalıcı, Kırkayak (1593), Kabainek (1557), Şahveli Camii, Eşraf ve Mehak kastelleri kaybolup gidiyor. Kale, Arapoğlu, Balıklı, Çırçır, Fışfış, Gümüş, Kadı, Eşraf, Hüseyin Paşa, Ahmet Çelebi, Arasta, Osmaniye kastelinin sadece adı kalıyor.
İyi de bir kastel niye kaldırılır ki ortadan? Yol açsan mani değil, park yapsan ayağına takılmaz. Zaten yerin altında.
Ne yazık ki cumhuriyetin ilk yıllarında öfkeli bürokratların gereksiz tahribatları var.
Sultan Gavri kastelini bizzat belediye başkanı yıktırıyor. Suburcu Caddesi’ne adını veren terazi yine bir başkanın hışmına uğruyor.
Kastel biraz da şehrin zemini ile ilgili. Antep yumuşak tebeşir kayaları (havara) üzerinde yer alıyor, tünel açmaya müsait, kaldı ki havara hava ile temas edince sertleşiyor mermer kesiliyor. Kubbe, kemer, minare inşasında da kullanılıyor.
Bazı konakların hususi kastelcikleri var, sofadan merdivenle iniyor, livasa erişiyor kolayca.
Kastel zincirinde kanevet denilen şebekenin seviyesi önemli. Kanevetçiler civarda oturuyor, tıkanıklıkları gideriyor, su terazilerine ayar veriyor, taşkına baskına mani oluyor.
Ecdat han, hamam, mektep, medrese gibi binaların cephesine, avlusuna da çeşmeler yaptırıyor. Hayvanlar alışkın kendiliklerinden gelip yalaklardan içiyor.
16. yüzyıla kadar sebil hazneleri lülesiz akıyor, musluk vana tanımıyor. Münasip bir yere bakır maşrapa asılıyor, kulpuna ince bir zincir bağlanıyor, dileyen alıp kullanıyor.
Peki bu sistemi başka şehirler düşünemedi mi acaba?
Rivayetlere göre ilk defa Yunus aleyhisselamın yurdu Ninova’da (Musul) tatbik ediliyor. Sadece Mezopotamyalı mimarların değil, Perslerin de dikkatini çekiyor. Bilahare Müslüman akıncılar tarafından Kuzey Afrika ve Endülüs’e taşınıyor. Kıbrıs, Sicilya, İspanya derken Kanarya Adaları’na kadar yayılıyor.
Araplar “qanât”, Afganlar “kariz”, Suriye, Filistin ve Kuzey Afrikalılar “fugara” diyor. Umman’da “ajlaf”; Yemen’de “felledj”, Çin’de “kanerjing” tabir ediliyor, Fas’ta ise “khettara”.
Malum, müminler kullanılmış sudan sakınırlar, bu yüzden havuza el sokmaz, maşraba ile alırlar. Kastellerde mai müstamel başka kanallara alınıyor, uzaklara taşınıyor. Havuz kenar bordürlerine taşma olukları yerleştiriliyor ki İhsan Bey, Şeyh Fethullah ve Ahmet Çelebi kastellerinde görebiliyorsunuz açıkça.
Hasan al-Hasib’in yazdığına göre qanât tekniği muqannis denilen ustaların işi, bunlar bölge bölge dolaşıp ihale alıyor. Başlarında emîrleri oluyor, ekip hâlinde çalışıyorlar. Önce mıntıkayı gözden geçiriyor, kaya yapısını inceliyor, meyil hesabı yapıyorlar. Ana kuyu ve bacayı açtıktan sonra sıra su burcuna geliyor.
Suyun taşınacağı yere doğru 40-50 metrede bir kuyular kazılıyor, sistem besleniyor.
Peki su miktarı arttı ne olacak? Onu da düşünmüş yer yer ikiz tüneller yapmışlar.
Kanallardaki miktar birleşik kaplar usulü ile dengede tutuluyor. Tünele çok hafif bir eğim veriliyor kendi ağırlığı ile akıp gidiyor.
Gaziantep hamamları da ekseri zeminin altında, bazen onlar da zikrolunan hatta bağlanıyor suyunu livastan alıyor.
Kanallar üzerinde un değirmenleri de yer alıyor, eh senin akan suyun olduktan sonra.
Çok ince bir mühendislik, her safhası ayrı hesap.
Dülükbaba mevkiinde de benzer bir sistem bulununca şaşırmışlar. Burası şehir merkezinden 6 km ötede, diğerleri ile irtibatlı olabilir mi acaba?