Ortalık toz duman, kafalar karışık. Fransa "Hayır!" dedi, Avrupa Birliği (AB) Anayasası'na tüy dikti. Cumhurbaşkanı Chirac, demokrasi adına sert bir kroşe aldı, sersemledi. Biz ise, uyarıcı etkisi yüksek bir fiske ile olayı atlatmış gibiyiz; kuyruğu dik tutmaya gayret ediyoruz. Herkes, kendi meşrebine göre referandumu bir tarafından çekiştiriyor. Önümüzdeki günlerde, "AB nereye gidiyor?- Quo Vadis EU?" başlığı altında döktürülen, çok sayıda manşet ve makale ile tanışacağız. AB, mahiyeti gereği, ekonomik, politik ve hukuki boyutları itibariyle sürekli olarak restore edilen ve yeniden yapılanan canlı bir organizma. AB'nin kurucu babaları olarak bilinen "Fransa-Almanya"ekseni, Nice Anlaşması ile 25 üyeli AB'yi yönetebilmenin mümkün olmadığını kavrayarak, kapsamlı bir Anayasa'ya öncülük ettiler. AB Anayasası'nın yürürlüğe girebilmesi için, 25 üye ülkenin parlamentolarının ya da düzenlenecek referandumlarda halklarının Anayasa'ya 'evet' demesi gerekiyor. Fransada'ki referandumun sonucuna bakarak nüanslara inmek kolay değil. Her referandum, bazı ayrıntıları gizler ya da karartır; bazılarını ön plana çıkarır. 'Evet'çilere göre, yeni Anayasa ile AB'nin küresel etkisi artacak, sosyal politikalar güçlenecekti. 'Hayır'cılar ise, savunma alanında NATO'ya, dolayısıyla ABD'ye bağımlı olmaktan, Türkiye'nin önünün açılmasından ürküyorlardı. Hiç şüphesiz, her iki tarafın tercihini şekillendiren bir dizi başka ekonomik ve siyasi argüman da vardı. Kara sevda... Gelelim bize.. TV muhabiri, vatandaşa mikrofon tutuyor. Vatandaşımız, Avrupa görmüş, bıçkın bir TIR şoförü. Brüksel-Ankara hattında olup bitenler, onu bezdirmiş olmalı ki tepkisini gizleyemiyor: "Avrupa Birliği, bize on beş yıl sonrasına gün veriyor. Abi, kusura bakma, bunlar bizi almaz! Başlarım ben böyle aşkın ıstırabına..." Anlaşılan, toplumun bir kesimi, medyanın da pompalamasıyla Türkiye-AB ilişkilerini bir "kara sevda" olarak algılıyor, dolayısıyla bir hayli geriliyor; kendilerini kazıklanmış gibi hissediyor. Ne var ki, burada tuhaf bir durum söz konusu. Kırk yıldan fazla bir zamandır beklemek bizi pek fazla üzmedi, ama son iki yıldır işler ciddiye binince, biraz örselendik. "Pembe rüya" ile "kâbus" arasında gidip gelmek bizi yıpratıyor. En iyisi, gri rüyalarla avunarak vaziyeti idare etmek. Hayal kırıklığına uğramamak için, temelsiz hayallerle iştigal etmemek gerekiyor. Fransa'da referandum ve Almanya'da muhtemel bir iktidar değişikliği, 3 Ekim'de üyelik müzakerelerimizin başlamasını engellemiyor. Ama... Gömlek verelim! Bugünlerde, tam üyelikten daha cazip(!) bir 'imtiyazlı ortaklık' formülü yeniden ısıtılıyor. Almanya ve Fransa müzakerelerin 'açık uçlu' niteliğini vurgulayarak, imtiyazlı ortaklığı bir hedef olarak tanımlamaya çalışıyor. AB Anayasası haricinde, halen yürürlükte olan AB hukuku, imtiyazlı ortaklığa imkân vermiyor. Dolayısıyla "imtiyazlı ortaklık" ya da "özel statü" gibi kavramların içini doldurmak kolay değil. AB içinde bu görüşte olanlar, aslında "Ceket uyduramadık, gömlek verelim!" diyor ya da "I7 Aralık 2004'te size giydirdiğimiz ayakkabı, önden ve arkadan vuruyor, size ısmarlama yapalım, isterseniz sandalet verelim, güzel terliklerimiz de var!" kurnazlığına yatıyor. *** Her şeye rağmen, reformları sürdürmek ve AB gemisine binmek durumundayız. Rıhtımda kalarak el sallamak, pek hoş değil. Gemiye binenler, bize nanik yapabilir. Tıpkı, komşumuz Yunanistan'ın ve Güney Kıbrıs'ın yaptığı gibi...