Adam, doktora gitmiş. Şikâyetlerini anlatmış, takıntılarını özetlemiş. Doktor, hastasını dikkatle dinledikten sonra bir müddet sessiz kalmış. "Sizde paranoya..." diye söze başlamış, fakat hasta doktorun sözünü kesmiş: -Doktor bey, doktor bey! Herkes bana düşman olmasaydı, ben paranoyak olur muydum? Size gelir miydim? Doktor, hastasını paylamış: -Paranoyak olman, düşmanının olmadığı anlamına gelmez. Düşmanın var diye, paranoyak olman gerekmez! Bilmem anlatabildim mi? *** Ne yazık ki, Ankara gerginleşince, fıkradaki adamı çağrıştırıyoruz. Nasıl mı? Bir dizi bayat paranoya, savunma refleksini tetikliyor. Korkuyu ve güvensizliği abarttığımız ölçüde, savunmaya geçiyoruz. Sürekli kavga ediyoruz. Bu konuda en büyük desteği, her zaman olduğu gibi, medya veriyor. Yangına körük basıyor, mangalda kül bırakmıyor. Kırmızı şala kafa atıyor. Ülke kritik bir eşiğe geldiğinde, kâbus görmeye başladığımızda, medyada manşet hazırdır: - Aman ha, oyuna gelmeyelim! Tamam, kendi kalemize gol atmayalım, bindiğimiz dalı kesmeyelim. Ne var ki... Küresel eksenli oyundan çıkma lüksümüz olmadığına göre, oyuna gelmemek için ne yapmalıyız? Galiba, şuna bir karar vermek zorundayız: -Kumar mı oynuyoruz yoksa satranç mı? Sorunun cevabı, manşet patlatmak kadar kolay değil; ama siz, siz olun, oyunun ne olduğunu araştırma zahmetine girmeyin. "Oyuna gelmeyelim!" dediğinizde, hem ne kadar "vatanperver" olduğunuzu kanıtlar, hem de işin içinden kolayca sıyrılırsınız. Hiç şüpheniz olmasın, "demokratik açılım" denilen süreç ilerledikçe, "paranoyak ve kurnaz" yorumlar, kabak tadı vermeye başlayacak. Dahası... "Sevgili vatandaşlarım!" diye başlayan ve "Ülkemiz, çok kritik bir dönemden geçiyor..." diye devam eden, içi boşaltılmış söylemler gündeme oturacak. *** Vatandaş mı? Atalarımız, "Büyük lokma ye, büyük lâf söyleme!" dermiş. Halkımız kendine has argosuyla, "Ufak at, civcivler de yesin!" diyor. Vaziyet bundan ibaret.