Babıali'nin kıdemli muharrirlerinin klasik hikâyesidir: Vaktiyle, İstanbul'un kabadayıları, çorbacılardan da haraç alırlarmış. Çorbacı haraç vermemekte direnirse, ceplerinde taşıdıkları bir şişe cıvayı, işkembe çorbasının kaynadığı kazana dökerlermiş. Kazan, cıvanın tesiriyle köpürür, dayanılması imkansız bir koku yayılırmış ortalığa. Dolayısıyla, çorbacı karizmayı çizdirir, merkepten düşmüş karpuza dönermiş. *** Şimdilerde iktidar mücadelesi uğruna yapılanlar da, bu hikâyeyi çağrıştırıyor. Peki çorbacı kim, cıva dolu şişeyi cebinde taşıyan kim? Çorbacı ile cıvacı, birbirine karışmış durumda. Bugün çorbacısı, yarının cıvacısı olarak göz kırpıyor. Zurnanın zırt dediği yer de burası zaten. Özetle, kimin eli kimin cebinde, pek belli değil. *** Neden mi? Bir ülke, "Baba Devlet ve Halefleri" ekseninde yapılandırılmış ise, orada "çorbacı ve cıvacı muhabbeti" hiç bitmiyor. Dahası, ulusal çorbacıya, bizim coğrafyamızda sık sık tanık olduğumuz gibi, küresel cıvacılar da musallat oluyor. Yani.. Yanisi şu: Çorbayı, küresel bölüşüm kavgalarından bağımsız bir biçimde, steril ortamda kaynatamıyoruz. Çorbayı kurtarmak kaygısıyla, "Küçük olsun, benim olsun!" dediğinizde, çorba sizin olmuyor. Her şeye rağmen, çorbayı kaynatmak ve kokutmadan bölüşebilmek çok önemli. *** Kokutmamak için ne yapmalı? Kokutmamak için: Devletin oyuna dahil olmaması, oyunun ortasında oyunun kurallarını değiştirmemesi, şut çekmemesi, sadece ve sadece hakem olması gerekiyor. Uygulamaya baktığımızda, devletin kendisine biçilen hakemlik misyonundan fazlaca hoşnut olmadığını görüyoruz. Anlaşıldığı kadarıyla, bölüşmeye kalktığımızda kokutuyoruz; kokuşturmadan bölüşemiyoruz. *** Vaziyet mi? Vaziyet, şairin dediği gibi: Eyy benim dev memesinde cüceler emziren acayip memleketim!