Adam, doktora gitmiş. Şikayetlerini anlatmış, tüm takıntılarını özetlemiş. Doktor, dudaklarını ısırmış, bir müddet sessiz kalmış. -Sizde paranoya.. diye söze başlamış, ama hasta doktorun sözünü keserek, -Doktor bey, doktor bey! demiş ve hemen teşhisi koymuş: -Herkes bana düşman olmasaydı, ben paranoyak olur muydum? *** Fıkra, burada bitiyor, ama isterseniz biraz daha uzatabiliriz. Doktor, hastasına şöyle diyebilirdi: "Paranoyak olman, düşmanının olmadığı anlamına gelmez! Düşmanın var diye de paranoyak olman gerekmez." Yaşadığımız coğrafyanın gündemi, bizi zaman zaman fıkradaki adama benzetiyor. İstiklal Marşı "Korkma" diye başlayan bir ülkede, birtakım korkular yeşerebiliyor. Korku ile yatılıp, kâbus ile kalkılıyor. Muhayyel düşmanlar ve senaryolar üretmeye başlıyoruz. Aşırı güvensizlik ve hiçbir temele dayanmayan korkuların istilasına uğruyoruz. Paranoya, savunma refleksini de beraberinde getiriyor. Korkuyu ve güvensizliği abarttığımız için, korku üreten her nesneye karşı kendimizi savunmaya, tedbir almaya yöneliyoruz. Peki, korkmayalım mı? Ne münasebet! Korkmak, son derece insani bir tepki. Ne var ki, bir kısım korkuyu ve korku imalatçılarını sürekli olarak analiz etmek gerekiyor. Küresel ve ulusal yalanlar... Egemen ideolojiler, "yalan ve korku" diye nitelenebilecek iki silaha sık sık başvururlar. Yalanın ve korkunun küreselleştiği bir çağda, yaşıyoruz. Yalanlar ve korkular dinamik olarak kostüm değiştiriyor. Bugünün korkusu, bir süre sonra demode oluyor. Soğuk Savaş döneminin yalanları ve korkuları ile şimdi geçerli olanlar arasında çok fark var. Hurafeler ve komplo teorileri, korkunun temel hammaddesi. Kamusal yalanlar, kamusal korkulara zemin hazırlıyor. Garnitür ve sos olarak, bir dizi "taşeron ideoloji" istihdam ediliyor. Korku, yalanı; yalan da korkuyu besliyor. Tam bir kısır döngüye kilitleniyoruz. Böylece, paranoya, yaygın bir toplumsal ruh haline dönüşüveriyor. Peki, bu korkulardan kurtulamayacak mıyız? Hiç şüpheniz olmasın, 3 Ekim'de AB ile başlatılan müzakere süreci, bazı ulusal korkularımızı buharlaştıracak. Hele birtakım müzmin ulusal korkularımızın, "toplu iğne darbesiyle patlayan bir balon"u çağrıştırdığını hep beraber göreceğiz. Bazılarımız, Luna Park'ta işaret parmağına bağlanan balonu kaçıran ya da patlatan yaramaz çocukların hayal kırıklığını yaşayacak. Kopenhag ve Maastricht Kriterleri'ni içimize sindirebildiğimiz ve uygulayabildiğimiz ölçüde, safralarımızı atacak, korkularımızdan arınacağız. *** Korkularımız, yakamızı bırakınca ne olacak? * "Her zamankinden daha çok birlik ve beraberliğe muhtaç olduğumuz şu günlerde..." * "Ülke, son derece kritik bir dönemden geçiyor..." gibisinden ikazların içi tamamen boşalacak. Yetmez mi?