1980'li yılların başındayız. 12 Eylül 1980 sonrası kurulan bir siyasi partinin milletvekili, Türkiye Büyük Millet Meclisi'nde konuşuyor. Söz konusu milletvekili, şimdi bir emekli öğretim üyesi. Konuşma, bize göre çok önemli ve Türkiye'nin bugün içinde boğuştuğu bunaltıcı gündeme ışık tutucu nitelikte. O yıllarda gerçekleştirilen bazı şirket kurtarma operasyonlarıyla ilgili olarak, hoca, özetle şunları söylüyor: "Kapitalizme inanan bir insan olarak, kapitalizme inananlara şunu hatırlatmak istiyorum: Eğer bir ülkede, 'zararı' sosyalize ediyorsanız 'kârı' da sosyalize etmeniz gerekir. Bilindiği gibi, kârı meşru kılan sebep, risk almaktır." Hocanın vurguladığı temel noktayı şöyle de ifade edebiliriz: 'Yazı' da benim 'tura' da, anlayışı ile piyasa ekonomisi olmaz. Bir kapitalist ekonomi, iki sorunu çözmek zorunda: Sermaye birikimi ve meşruiyet. Yukarıdaki model ile, bu iki sorunu da çözebilmek mümkün değil. Dünyanın hiçbir ülkesinde, 'kâr' bireysel ve şirketsel, 'zarar' kamusal felsefesinin bir sermaye birikimi modeli olarak sürdürülebildiği görülmemiştir. Ne var ki, haksız rekabeti de besleyen böylesi tasarrufları savunmak amacıyla, bir çok argüman üretilebilir. Bizim ülkemizde de bol bol üretildi, hâlâ da üretiliyor. Böylesine bir illüzyon ve imaj kayması, ekonomideki temel aktörleri derinden etkiliyor. Özelleşemeyen özel sektör Ekonominin aktörleri, oyunun ikinci yarısında kuralların değiştiğini, hattâ hakemin sahaya girip şut çektiğini hayretle gördüler. Belki de haklı olarak, hakeme (Ankara'ya) daha yakın olmanın önemli bir yatırım olduğunu düşünmeye başladılar. "Paylaşmak için üretmek gerekmiyor, üretmeden de paylaşılabilir.'' gibi yeni, yeni olduğu kadar da, alaturka vizyonlar ortalığı sardı. Vizyonlar, kamu kesiminin yozlaşmasından başka bir sonuç getirmedi. Özel sektörün bir bölümü de, her zaman olduğu gibi, böyle bir yapılanmanın ve sistemin omurgası olmaya devam etti. Bir başka ifade ile, söz konusu 'özel kesim!' bir türlü özelleşemedi. Katma değer yok, transfer var! Bizdekine benzer yapılanmalar, literatüre yeni kavramlar kazandırmış. Bunlardan biri de, 'transfer toplumu' olarak bilineni. Transfer toplumlarında temel kaygı, katma değer üretmek değil, var olanı paylaşmak. Transfer toplumu olarak nitelenen modellerin, dış dünya ile rekabet gücü zayıf. Transfer, genellikle ülke içinde gerçekleştirilen bir işlem. İşlemin gerçekleştirilebilmesi için, bir takım dış bağlantılar da devreye girebiliyor; ortak projeler, ortak girişimler (joint ventures) gerçekleştirilebiliyor. Oyun teorisi gözlüğü ile bakıldığında, transfer toplumlarında, bireyin kendine en uygun ve rasyonel seçeneğe yönelmek zorunda kalacağı vurgulanıyor. Teker teker bireyler için rasyonel olan bu durum, makro düzeyde bir sürü olumsuzluk getirebiliyor. Nasıl mı? Çeyrek asırlık enflasyon, bol miktarda kriz, 18 tane Stand-by. Yetmez mi?