Önceki yazımızda diktatörlerin elinde devletin, 'BEN'i silen ve toplumu kişiliksiz bir 'BİZ' yığınını yapan tahakküm mekanizmasına dönüştüğünü vurgulamıştık. Gerçi ülkemiz Stalinvari bir totalitarizmi yaşamadı. Ama koyu bir endoktrinasyona tabi tutulmadığımızı söyleyemeyiz. İttihat Terakki'den bu yana devlet sicilimizde bu temayül olagelmiştir. Anayasa tartışmaları yaptığımız şu günlerde bu gerçeğin yansımalarını değişik tonlarıyla yaşıyoruz. 'DEVLET'siz bir toplum düşündüğümüz sanılmasın. Devleti toplumun gelişmesinde bir araç olmaktan çıkarıp, amaç hâline dönüştürmeye itirazımız. Kültürümüze girmiş bir "baba devlet" vardı. Aileden başlayarak, aşiretlere beyliklere genişleyen, zamanla imparatorluğa dönüşen, yalnız, korumasız ve muhtaç insanların hâmîsi olan "baba", zamanla kurumsallaştı "DEVLET" oldu. İrileşti, koyu gözlüklerle yüzünü gizleyen esrarengiz bir güce dönüştü. İnsanlara mesafeli durmaya başladı. Artık "Baba"nın her yaptığı doğruydu, her işine "hikmeti hükûmet" nazarıyla bakılmalıydı. Tebaasını yedirir, içirir, ırgatlaştırırdı, döverdi, söverdi. İsterse ezer, isterse severdi... Zaten BİZ sürüsünün bir kişiliği, kendine ait değerleri de olamazdı. Herkesin kendine özel ayakkabısı olması da ne demek? Devletin biçtiği tek tip dört köşe ayakkabılar dururken! Her şey ancak DEVLET buyurursa meşru idi. Onun yaptıklarını sorgulamak kimsenin haddi değildi. Topluma hizmet etsin, özgürlüklerini artırsın ve haklarını güvenceye bağlasın, kişilikli insanlar yetiştirsin diye kurulan DEVLET, giderek hakların, özgürlüklerin, farklılıkların baş düşmanı kesildi, zorbalaştı[*]. Hatırlarsanız 1982 Anayasasının ilk hâlinde DEVLET "üstün ve kutsal" olarak ifade edilmişti. Böylece kendisine tapınılacak anlamlar bile yüklemişti. 1995'te yapılan değişiklikle devletin "kutsal"lığı yerine "yüce"liği geçirilmiş ise de, esasta herhangi bir şeyi değiştirmemiştir. Devlet tek mayadan, yekpare hamur kıvamında BİZ üretmeye ve sürüleştirdiği BİZ ile kendini özdeşleştirmeye çalıştı durdu. "Biz devletiz" deyişi hâlâ kutsanmayı beklediğini ve adanmaya lâyık her değerin yegâne kaynağının yine kendisi olduğunu söylemektedir. Ulusalcı söylemlerde "vatan" ve "devlet" sanki aynı şeylermiş gibi yer alır. Bu bir sürçülisan olmaktan ziyade, "kutsal devlet" kavramına bir ince ayarla destek arama olarak fark edilmelidir. 1982 anayasasının mantığıyla bakarsak 'DEVLET'in hem "ülkesi" hem de "milleti" vardır. Millet "yüce" ve "kutsal" devletin sâdık bir hizmetçisi olmak durumundadır! Bugünlerde Sivil Anayasa tartışmalarının başörtüsü ve lâiklik kulvarına çekiliyor olmasına dikkat edelim. Bu bir kamuflajdır. Kavganın odağını dikkatlerden gizlemek için yapılıyor. Darbe çığırtkanlığına varan ölçüsüzlüğün, bu cinnetin asıl sebebi "devlet"i kullanan "seçkinler"in güç kaybetme korkusudur. Açıktan "istemezük!" diyemeyince yine lâikçiliğe yaslandılar. Hatta hızını alamayıp, Endonezya'ya kadar kazan kepçe bahane arayanları var... Hepsi bir yana, halkımızın 22 Temmuz'da verdiği mesajı unutmayalım. "Öğrenilmiş çaresizlik"[**] ile malûl olmadığını âleme gösterdi. Baksanıza Anayasa ve demokrasi tarihimizde ilk defa "baba ve kutsal DEVLET'ten önce BEN olmalıyım" çıkışına şahit oluyoruz. Bu çığlığa kulak vermeliyiz.. ................... [*] Sami Selçuk; Zorba Devletten, Hukukun Üstünlüğüne. Yeni Türkiye Yayınları, 1999. [**] Öğrenilmiş çaresizlik: İnsanların kendi davranış ve hareketleri ile olayları kontrol edemeyeceği, çevresi üzerinde etkili olamayacağı beklentisiyle, herhangi bir davranışta bulunmak istememesidir. Kısaca pasifleşmesi ve "neme gerek" diyerek sahneden çekilmesidir.