Bugün Arefe, hacı adaylarımız Arafat'a çıkıyorlar. Kimi yaya, kimi vasıtalarla Mekke'nin doğusundaki volkanik dağlarla çevrili geniş vadiye akıyorlar. Ne rütbe, ne şöhret, ne servet gösterisi yok üzerlerinde. Hırsı, didişmeyi unutmuş, coğrafya, ırk, milliyet tüm ayırım perdelerini eritmiş, sadece "lebbeyk... Rabbim, dâvetine evet" diyorlar. Sanki beyaz kefenleri ile kabirlerinden kalkmışlar da mahşer yerinde toplanıyorlar.. Hac yapıp da o günlerini derin bir iç çekişle yâd etmeyen yoktur. Ya da oralara gidemediği için yanarak özlemeyen bir Müslüman. Doğru zamanda, doğru yerde olmak Hacı olmak için zilhicce ayının dokuzuncu (Arefe) günü, öğle ezanından bayramın birinci günü sabahına kadar bir an dahi olsa Arafat'ta bulunmak şarttır. Dinimizde kesin zaman ve mekan şartına bağlanmış bir ibadet olması onu hem zorlaştırıyor, hem kıymetlendiriyor. Bu kesin sınırları içinde yapılmazsa hac olmuyor. Onun için hacca gidenler Suudilerin takvimlerle oynayıp, Arefe gününü öne çekmelerinden veya geri kaydırmalarından hep tasa ederler. 1997 yılıydı, birkaç arkadaşla niyetlendik. Tam bir hac yapmak, Server-i kâinâtın (Sallallahü aleyhi ve sellem) asırlar önce nazarlarına kavuşmuş yamaçlara, dağ silüetlerine ibretle bakmak, nice ashabın, âlimin, evliyânın geçtiği güzergâhlarda geçmişi koklamak istiyorduk... Sekiz ay okuduk, araştırdık, zinde olmak için spor yaptık, hazırlandık. Eğer Suudîler Arefe gününün yerini değiştirirlerse doğru zamanda orada olmak için plânlar kurduk. Şevkimiz tamdı, ama o tasa içimizi hep burkuyordu. Nitekim korktuğumuz oldu, Suudîler Arefe'yi bir gün öne aldılar... Herkesle beraber gittik. Arafat'ta bulunduk, yapılması gerekenleri yaptık. Ama sevinemedik. Çünkü doğru zamanda orada değildik. Yarın herkesin birinci bayram bildiği gün Arafat'a tekrar çıkacaktık. Deneyenler bilirler. O gün Suudîler yolları keser ve kimseyi Arafat'a sokmazlar. Ama biz deneyecektik. Arabayla olmazsa yaya, dere gelirse dibinden, tepe gelirse üstünden sürünerek, doğru zamanda Arafat'ta olacaktık. Kiraladığımız bir arabayla sapa yollardan, dağ eteklerinden geçerek yaklaşıtk. Önümüzde başkaları vardı ve Arafat kavşağı tutulmuştu, her geleni geri çeviriyorlardı. Son 500 metre; ihramlarımıza sarılmış ilerliyoruz. Dudaklar okumada, yürekler ilticâda. Solgun yüzler, yaşlı gözler... Karakoldan iki polis yaklaştı, arabamızın üstünü altını yokladı, başını uzatıp içeriye göz attı, baktı baktı.. Tek kelime sormadan gidip bariyerleri açtı ve polis duruşuyla "geç" işareti yaptı. Ne önümüzden giden vardı, ne ardımızdan gelen. Dün iki buçuk milyon insanın kaynaştığı Arafat'ta birkaç güvercindik. Nâbî'nin "iki ihrâmdan aç, iki kanat" mısrâsındaki kuşlar misali uçuyorduk. Vedâ hutbesine şahit olmuş Cebel-i Rahme kayalıkları neler söylüyordu? Güneş sanki Hirâ'nın ardına saklanarak batıyordu. O kutlu tepe Efendimizin (Sallallahü aleyhi ve sellem) yokluğundan mahzun, boynu bükük bekliyor, mübarek ayakları öptüğü zamanı özlüyordu... Kurban Bayramınızı tebrik eder, sağlık ve âfiyetler dilerim.