Evvelsi gün torun elinde kocaman bir yapboz kutusu ile geldi. Çalışma odamın ortasına çöktü. Dur! Demeye kalmadan levhanın bütün parçalarını yolarcasına söktü, fırdolayı saçtı döktü. Bir yanağa, beni oyuna bulaştırmayı başarmıştı. Onun küçük yap-bozlara alışık olduğunu biliyordum. Ama bu defa yüzlerce parçayı nasıl buluşturacağını merak ettim. Rastgele aldığı bir parçayı yuvacıklar üzerinde gezdiriyor ve sınırları tutuyorsa oturtuyordu. Birkaçını döşemeyi başarsa da parçaların çizgileri örtüşmedi, desenleri tutmadı. Zorlanıp sıkılınca "dede" dedi, "takamıyorum, sen yapar mısın?" Tabii yavrum! Dedim ama, saçılmış minnacık yüzlerce parça arasında şaşırıp kaldım. Her parçanın doğru bir tek yeri vardı, hepsi tamamlandığında resim ortaya çıkacaktı. Yavrucak "dedem yapar" diye güvense de yapamıyordum... İşin içinden çıkamayınca bu hediyeyi satın alan babaannesine sordum: Bunu yapmayı biliyor musun? - Hayır, denemedim. Manzara nasıl bir şeydi? Üzerindeki resmi hatırlıyor musun? - Hayır! Dikkat etmedim... Torun sabırsızlanıyordu, tasası bana kalmıştı. Renkleri, tonları, çizgileri, kenarları, yönleri, meyilleri gözetip birleştirdik, olmadı yeniden eşleştirdik. Saatler sonra yapbozu ancak tamamlayabildik. Torunum levhayı kucaklayıp tekrar bozmak üzere salona götürürken, bendeniz aşağıdaki notları düştüm: Herkes kendi tuvalini boyuyor Hayat da böyle yapboz oyunu gibi bir şey. Ama bir farkla. Yapbozda her parçayı yerini buluncaya kadar gezdirip, kaydırabiliyorsun, söküp taşıyabiliyorsun. Ama hayat oyununda zamanın geri dönüşü yok. Bir günü, tek saati, saniyeyi bir kerecik kullanıyorsun ve sabitleşiyor. Her gün 24 saati hepimiz bir şekilde yerleştiriyoruz, tüketiyoruz. Ama rengine, tonuna, çizgisine, anlamına bakmaz isek, tıpkı torunun parçaları izlerine oturtması gibi, levha örülse de resim çıkmıyor. Rastgele harcanan zaman, tuvale yanlışlıkla düşmüş leke gibi anlamsızlaşıyor. Her eylemimiz hayat tuvalimize atılmış bir fırça darbesi. Ömür tablomuzun değeri, fırça lekelerinin üst üste anlamlı bir desen oluşturmasına bağlı. * Eğer yapbozdaki büyük resmi bilseydim parçadan bütüne, bütünden parçaya gider, böyle saatlerce uğraşmadan kolayca dizerdim. * Hayatımızın bir büyük resimden ibaret olduğunu düşündüm. Ressam biziz, kendimiz. İyi ile kötü arasında kötüyü seçmeye bizi zorlayan yok. Cüzî irademizle onu biz işliyoruz. * Tsunamiler irademiz dışında resmin yırtılışı veya yıkılışıdır. Doğrultup kaldığı yerden resme devam etmek gene irâde işi. Ama büyük resmi olanlar, büyük heves güdenler için. * Bir ders daha aldım: Serçe ve tavşan görme çağındaki çocuğu fili kavramaya zorlamak, ona kötülük olur. Her boya sürülmüş ama anlamlı tek karesi olmayan bir tabloya siz kaç para verirsiniz? Ya da vizyondan yoksun, günübirlik yaşamaya?