Avrupa Birliği (AB) Komisyonu öğleden sonra 2006 Türkiye İlerleme Raporunu açıklayacak. 1999 yılından beri düzenli yayınlanan bu raporlarda AB ile olan taahhüt ve ilişkilerimizdeki gelişmeler ile üyelik yeteneklerimizin bir irdelemesi yapılır. Bu seferki raporun bir özelliği daha var; çoktandır söylenegelen "olası tren kazası"nı ima edip etmeyeceği. Yani raporda Türkiye-AB üyelik müzakerelerinin askıya alınması anlamına gelebilecek bir ifadenin yer alıp almayacağı. Nihaî kararı 14-15 Aralık'ta Brüksel'de toplanacak olan Avrupa Konseyi verecek. Medyaya yansıyış şekline bakarsak Raporun gizlisi saklısı kalmamış gibi. Zaten 2005 ilerleme raporunda "2006 süresince gelişmeler yakından izlenecek..." diye kaydedilen maddeleri irdelersek, çıkacak rapor üç aşağı beş yukarı belli. Kıbrıs meselesi ile Kamu yönetimi, sivil/asker ilişkileri, insan hakları ve yargı sistemine dair beklenti ve değerlendirmelerin öne çıkarılacağı anlaşılıyor. Rapor açıklandıktan sonra bu geceden başlayarak kurumlarımızda ve kamuoyumuzda yoğun bir şekilde irdelenip, tartışılacak. Nimetler ve külfetler AB'ye girip girmeme konusunda bugün bizim yaşadığımız gerilimi ve tartışmaları AB üyesi 27 ülke (üyeliği kesinleşen Bulgaristan ve Romanya dahil) yıllar önce yaşadılar. Bizimki iki yönden daha farklı. Onların hepsi Hristiyan olduğu için kolay anlaştılar. Müslüman olduğumuz için bizi kabullenmekte zorlanıyorlar. İkincisi hiçbirisi nüfusça bizim çapımızda değildi, cesametimiz onları ürkütüyor. Ve onların her biri sonuçtan emindi. Bir gün tam üye olacaklarını biliyorlardı. Bizimki ise meçhul. Umut ve umutsuzluk arasında gidip geliyoruz. Bunları kaçınılmaz büyüme ağrıları ve ergenlik bunalımları gibi anlamak mümkün. Avrupa Birliğinin yaşaması için toplumları birbirinden soyutlayan ve soğutan milliyetçiliğin törpülenip, esnetilmesine ihtiyaç var. Yani kozmopolitliğin olması kaçınılmaz, hatta gerekli. Bu husus her ülkenin iç siyasetinde "ulusalcı" ve "anti-ulusalcı" parti ve fraksiyonlar için hudutsuz bir polemik sahası olagelmiştir. Ülkemizde her çeşidini görüyoruz. İktisadî ve siyasî bütünleşme savaşları ve ciddî çatışmaları önler. Ama bu bütünleşme ulusal egemenlikten taviz vermeyi gerektirir. Yani bütünleşmiş Avrupa "bize özel şartlar"ı dikkate almaz, alamaz. Hiçbir ülke/toplum "olduğu gibi" kalarak Avrupalı olamaz. Avrupa devletlerinin dünya sahnesinde kural koyan, yön çizen iktisadî, siyasî, askerî güç olabilmesi için, egemenliklerin bir havuzda toplanması gerekiyor. Ulus-devlet kalıplarıyla şartlanmış düzenler ise esneyemiyor, direniyor. Ulusal ile küreseli imtizaç ettirecek vizyon sahibi devlet adamlarına tüm Avrupa'da ihtiyaç var. Avrupa'da ise "kaht-ı ricâl" (devlet adamı kıtlığı) yaşanıyor. Avrupa vatandaşlığı bireylere daha geniş özgürlükler ve fırsatlar veriyor. Ama önce demokratik ve katılımcı bir siyaseti benimsemek gerekiyor. Mesele M.Ali Özbudun'un 5 Kasım tarihli "İkilemler ve üçlemler" yazısında naklettiği gibi. Bir ineğimiz var; etine de sütüne de aynı anda sahip olmamız mümkün değil. Et istersek ineği keseceğiz, süt gidecek. Süt istersek, ineği besleyeceğiz, etini yiyemeyeceğiz. Ulus Devlet, AB ile entegrasyon, Demokratik ve katılımcı siyaset üçlemi aynı anda mümkün olamıyor. Bunlardan sadece ikisini seçebiliyoruz. Bundan böyle "siyasî üçlem"in çözümüne kafa yormamız gerekiyor...