Hangi kanalı açsam aynı. Kavga, savaş, zulüm ve kan! İnsanlar insanları öldürüyor: Amerikan askerleri kuşattıkları kasabada şu kadar yüz "direnişçi" öldürmüş! Fergana'da halk ayaklanmış. Askerler muhaliflerin üzerine ateş açmış. Resmi açıklamaya göre 600 ölü! Okul bahçesine yığılmış, tanıyanlar gelip alsınlar diye... İnsanlık coğrafya, dil, renk, ırk, rejim sınırları ile bölünmüş. Bölünmüşlük mü kavgayı getiriyor, yoksa kavga ettiği için mi bölünmüş kestiremiyorum. Ama Irak'ta, Özbekistan'da olanları gördükçe sınır ötesi vatanlarımdaki kardeşlerimin çektiği zulümleri hatırlıyorum. Zalimler insanları hep bölerek, fıtratına uymayan kalıplara dökerek, özgürlüğüne sınırlar dayatarak varlıklarını sürdürüyorlar. İlk defa Urfa Akçakale'de sınırı görmüştüm. Bu yakada bizimkiler, tel örgünün ardında kardeş "ötekiler" vardı. Aileler parçalanmıştı. Köyleri ortasından bölerek sınır çekmek İngiliz-Fransız yapımı bir zulüm idi. Yıllar önce Bağdad havaalanına indiğimizde şaşırmıştık. Her cama, her dönemece Saddam posterleri asılmış, her meydana büstü dikilmişti. Gideceğimiz adresi iki gün önceden üniformalı mihmandarımızı bildiriyorduk. Her hareketimizi gözetliyor, rejimin sınırlarını aşıp aşmadığımız denetleniyordu. Oysa biz "Bağdat gibi diyar olmaz" biliyorduk. Sayısız âlimler ve veliler beldesinde idik. Her kubbe ve türbe görüşümüzde yüreğimiz gürp diye vuruyordu. Kendimizi Gavs-ı Âzam veya İmam-ı Âzam huzurunda hissediyorduk. Coğrafya, rejim, ırk, dil, zaman sınırları sevgimize gem vuramıyordu. Mihmandarımız bir hafta sonra sordu: "Madem sizler böylesiniz, aramıza neden sınır çekmişler?" Irak'ta işlerin iyi gittiğini kim söyleyebilir? Aynı ülkenin insanları; Sünniler, Şiiler, Kürtler, Türkmenler hep kendi sınırlarını çizme çabasında. Siperlere yatmış, birbirlerini avlıyorlar. Her gün savaş, sabotaj, ölüm! Semerkand, Buhara 1996 baharı, Özbekistan'dayız. Ülke bağımsızlığını kazanmış, ama komünist yasaklar hâlâ geçerli. Taşkent'ten Buhara'ya pasaport kontrolü ile gidilebiliyor. Devlet televizyonu Başkan Kerimov'la açılıyor, Kerimov'la kapanıyor. Meydanlarda büstleri, çatılarda posterleri. Ülkede tek adamın buyrukları konuşuluyor. Toplumun sınırlarını bu buyruklar çiziyor! Buhara'yı gördüğümde kendimi 1950'li yılların Konya'sında zannetmiştim. O kadar bizdendi. Her sedirde sanki rahmetli anamın kök boyasından nakışlı kilimleri seriliydi. Maveraünnehir erenlerinin ruhaniyeti sekiz asırdır coğrafya, ırk, renk, dil, düvel tanımadan gelmiş, sınırsız sevgiden hepimize birer kıvılcım atmıştı. Sorduk: "Madem bu kadar aynı nakışlarla dokunmuşuz, aramıza neden set çekmişler?" O sevgi ikliminin insanları şimdi birbirini kırıyor. Kim haklı? Buyrukçu Kerimov mu? Hak arayan insanlar mı? Halk Stalin döneminin Uygur, Tacik, Kırgız, Türkmen, Özbek, Afgan diye böldüğü parçaları toplamak istiyor. Zalimler ise zoraki sınırları tutmak. Gönülde taht kuranlar asırlar ötesinden de seviliyor. Gönüllerin tutmadığını ne kanunlar, ne de yasaklar tutuyor...