YÖK ve Rektörlerimizin dayanışma eylemlerine başladığı bir zamanda Anayasa profesörü, değerli fikir adamı Mustafa Erdoğan'ın 18.08.2005 tarihli Tercüman gazetesinde çıkan makalesini kısaltarak aktarıyorum. Umarım açıklayıcı olur: "Bundan tam on yıl önce, Ekim 1995'te Yeni Yüzyıl gazetesinde çıkan bir yazımda akademisyenleri, kendi meslektaşlarımı, okuryazarlık derecelerine göre dört gruba ayırdığımı hatırlıyorum. Şöyle: okur-yazar olanlar, okur-yazmaz olanlar, okumaz-yazar olanlar ve okumaz-yazmaz olanlar... "Okur-yazar" olmayan akademisyen olur mu diyecekler için hemen ekleyeyim: Burada gündelik anlamdaki okuryazarlık değil, akademik okuryazarlık kastediliyor. Bu anlamda bakıldığında, üniversitelerimizde ne yazık ki bolca okuryazar olmayan kişi var. Şimdi ben bunu söyleyince, siz de hemen "herhalde bunlar üniversitelerde kıyıda köşede kalmış, rağbet görmeyen kişiler olmalı" diye düşünmüşsünüzdür. Hayır, yanılıyorsunuz. On yıl önce o kadar değildi belki, ama son birkaç yıldır en fazla rağbet gören kişiler bunlar. Bu, esas olarak "28 Şubat Süreci"nin eseridir. O dönemin Türkiye'ye suikastlarından biridir bu. Bilgi ve uzmanlık yerine, cehaletle birlikte de olsa sadakate değer verilmesi yani. 28 Şubat'tan sonra üniversitelerde makbul olmanın ölçüsü devlet katına ve özellikle de onun hakî renkli tabakasına yakın olmak olmuştur. Böyle bir sistemde yeteneksizlik ve donanımsızlığın, "evet efendim"ciliğin, tabasbusun rağbet görmesinden daha tabiî ne olabilir?... Evet, 1997 sonrasında daha kaba saba bir hal almıştır, ama bu durum aslında Türkiye'deki sistemin özünden kaynaklanmaktadır ve bütün Cumhuriyet dönemi boyunca bu çarpıklık hemen hemen hiç eksik olmamıştır. Çünkü, Türkiye'de baştan beri üniversiteler bağımsız araştırma kurumları olarak değil, fakat ortaöğretimin bir devamı olarak tasarlanmıştır. Bu çerçevede akademisyenlerden beklenen de mahza hakikat arayışına adanmaları olmayıp, kurulu düzeni ideolojik olarak meşrulaştıracak malzeme üretmeleri, daha doğrusu devletin zaten üretmiş olduğu malzemeye "bilimsellik" kılıfı giydirmeleridir. ..... Kısaca, Türkiye'de üniversite devletten bağımsız değildir ve olmayı da istememektedir. Üniversite camiasında bağımsızlık ve özerklik denince sadece seçilmiş makamlardan bağımsız olmak anlaşılır. Dikkat ederseniz, üniversitelerin rektörlerinin ve YÖK'ün hükümete ve parlamentoya karşı kahramanca çıkışlar yapmaları adettendir, ama ideolojik bürokratik devlet söz konusu olduğunda aynı zevatın "boyunları kıldan ince"dir. Esasen seçilmiş organlara meydan okumaları Devlet harekâtının bir parçasıdır. Bizde üniversiteler kurulu düzenin bekçileridir. "Bekçi" dediysem ille de mecazî bir şeyi kastettiğimi sanmayınız. Çünkü üniversiteler kelimenin gerçek anlamında da kurulu düzene bekçilik yapmaktadırlar. Bu bekçilik bazan zalimce biçimler alır: "Devletin doğrusu"ndan sapan "şaşkınlar"ı üniversiteden atmak gibi. Kendi öğretim üyesini "bu adam asker büyüklerimizin buyruklarını sorguluyor, susturun ve hapse atın şunu!" diye savcılığa ihbar etmek gibi. Başı örtülü öğrencileri sınıftan zorla dışarı çıkarmak veya zorbalık yoluyla onları kampüslerden kovmak gibi. YÖK'ün inzibatçı düzenini barışçı olarak protesto eden gençlerin üzerine polis veya jandarmayı salmak gibi... Bu üniversitelerin aklına, herhangi bir medenî ülkedeki gibi, militarizme karşı direnen elemanlarına sahip çıkmanın ve onları çeşitli şekillerde onurlandırmanın değil de, idarî yoldan disipline etmenin ve hapse attırmaya çalışmanın gelmesindeki zalim ironiyi bilmem görebiliyor musunuz?.. Bunu yapanlar ve onların sessiz ortakları bu utancın izlerini yüzlerinden silemeyeceklerdir. Üniversiteler ne zaman "üniversite" olur mu?... Sadece hükümetlerden değil devletten de bağımsızlaştıkları zaman. Üniversitelerde makbul olmanın ölçüsü devlet katına yakınlık olmaktan çıktığı zaman. Zulme direnen öğretim üyelerini ihbar etmekten vazgeçip onları ödüllendirdikleri veya en azından onlardan özür diledikleri zaman. Akademisyenler düzenin mutemetleri ve muteberleri oldukları için değil de alanlarındaki uzmanlaşma dereceleri nedeniyle rağbet gördükleri zaman. Yani, uzak ve belki de hiç gelmeyecek bir gelecekte..."