Milli Takımımız, FİFA Konfederasyon Kupası'nda çok kişiyi şaşırtan, Avrupalı otoritelere Türkler'in geleceği aydınlık dedirten bir futbol ortaya koydu. Maç sonucu olarak, oynadığımız futbolun karşılığını alamadık ama, yarınlarımıza ümitle bakmanın heyecanı içinde ve göğsümüzü gere gere futbolun geleceğinde biz de varız diyecek noktada olduğumuzu gördük!.. Elbette ki, milli takımımızla ve futbolcularımızla, hele hele böyle bir turnuvada pırıl pırıl parlayan gençlerimizle iftihar edeceğiz ve onları yazıp, konuşacağız!. İşte burada bir parantez açmak gerek!. Hakkını verelim, alkışlayalım!.. Alkışlayalım ama abartmayalım!.. Abartmak, genç bir ruhun olgunlaşmadan körelmesine, genç bir yeteneğin olmadan düşmesine yol açan en büyük etkenlerden biridir!. Genç beyinler "Ben neymişim? Ben çoktan olmuşum da haberim yokmuş" aldatmacasının büyüsüne kendilerini çabuk kaptırabilirler ve bu onların sporculuk hayatlarında da, özel hayatlarında da, fevkalade olumsuz başka kapıların açılmasına sebep olur!. "Ben olmuşum" diye düşünmeye başlayan bir sporcunun çalışma ve öğrenme arzusu biter, bunu gelişme temposunun durması izler...Ve yıldız olmadan, yıldız yaptığımız yetenekler, bundan önce bir çok yeteneğin başına gelen sona doğru, hızla koşmaya başlarlar: "Kuyruklu bir yıldız gibi, futbol semalarımızdan geçip gitmek!.." Milli Takımımızdaki gençlerle ilgili sadece bir örnek vermekle yetineceğim, diğerleri için de maçlar dikkatle izlenir ve olumlu, olumsuz hareketlerle ilgili istatistikler ortaya konursa, ne demek istediğim çok iyi ortaya çıkacaktır, durum açık: Fransa maçının birinci yarısındaki Selçuk ile, ikinci yarısındaki Selçuk arasındaki fark, anlatmak istediğim konunun tipik bir örneği!.. Selçuk, Fransa önüne öyle bir havada çıktı ki; "Ben bir Beckenbauer'im" der gibiydi.. Verdiği riskli ve hatalı paslar, çalım yapmak isterken top kaptırmalar..Hücuma çıkmak üzere olan takımımızın bu kaptırılan toplar yüzünden avlandığı pozisyonlar.."Olumluların" nerede ise iki katı "Zarar verici" hareketler.. Kenardan getirilip, ceza alanımızın göbeğine atılan ve oradan yanlardaki boş adamlara gol pası olarak giden toplarda, top göbeğe geldiğinde seyirci kalan, bastıramayan, geciken bir ön libero örneği!.. Yenilen goldeki ve yenilmesine ramak kalınan gol pozisyonlarındaki aslan payları... Devre arasında, Şenol Güneş, onun ve ona benzeyen başkalarının da kulağını çekmiş olmalı ki, normal futboluna döndü, ötekiler de döndüler ve Türkiye, o yarıda Fransa'yı futbol olarak ezdi geçti!. Sevgili Gündüz Tekin Onay'ın TFF Gençler Futbolu Gelişim ve Eğitim Planlaması kitapçığının ( Bu yayın için kendisini kutlarım) Yetenek Destekleme Programının Prensipleri bölümünde, bir onuncu prensip var ki, işte tam benim söylemek istediğimi anlatıyor: "En uygun gelişmeler, sadece motive olmuş, performansa yönelik çalışan yeteneklerle elde edilir." Bu prensip, maç öncesi için de maç için de geçerlidir; "... sadece motive olmuş olarak.. ve.. performansa yönelik çalışmak... oynamak..." Yani...Kendine ve tribüne oynamamak.. Diyor ki, Gündüz Hoca: "İyi bir oyuncu, sadece kendisinin iyi olmasının kazanmak için yeterli olmayacağını bilir, takım arkadaşlarının da iyi oynaması için ne gerekiyorsa yapar." Sözün özü: Spor yazarı ve futbol yorumcusu olan sevgili ve değerli meslektaşlarım; yarınlarda Türk Futbolu'na damgasını vuracak olan ve ay-yıldızlı formayı onurla taşıyacak ve başarıdan başarıya koşturacak olan bu çocukları koruyalım!.. Onları olmadan düşecekleri dönüşü olmayan yola sokmayalım! Sezar'n hakkını Sezar'a verelim ama, onu asla şımartmayalım!.. Düşünelim, hem de çok iyi düşünelim: Brütüs'ün hiç mi haklı tarafı yoktu? Şimdi bıraksana!.. Aziz Yıldırım kırık plâk gibi durmadan tekrarlıyor: "Şubatta bırakacağım.. Şubatta bırakacağım.. Şubatta bırakacağım.." Tabii, bugüne kadar "Hiç merak etmeyin. Sonuna kadar arkanızdayım" dediği kaç hocayı ve yöneticiyi çok değil, bir ay sonra kapının önüne koyan bir Başkan'ın bu sözüne inanan yok!. İnsanların inanmamakta ve çocukluğunda söylediği "Yalancııı.. Yalancııı.. Sana kimse inanmaz.. Yalancııı.. Yalancııı.. Sözüne kimse kanmaz.." şarkısını hatırlamakta ne kadar haklı olduğunu biz söylemiyoruz, yaşanan olaylar ortaya koyuyor. Aslında yanlış "Şubatta bırakacak mı, bırakmayacak mı" tartışmasının yapılmasında.. Aslında tartışma "Şubatta bırakacaksan, neden şimdi bırakmıyorsun arkadaş" sorusu ve bu sorunun cevabı üzerinde yapılmalı!.. Gerçek ve kulübünü seven bir başkan, mevsimin yarısında kulübü bırakıp gitmez!. Gitme kararı vermiş ise, mevsimin başında gider!.. Gider ki, yerine gelen, kendi projelerini yapsın, parasını, pulunu bilsin, çalışacağı teknik adamın huyunu suyunu bilsin, futbolcularını seçsin!. Ama... Fenerbahçe medyası bermutat hedef saptırmakta mahir!.. İşin esası olan "Neden gitmiyor, gidecekse transfer ayı başlamadan gitmeliydi" konusu bir tarafa bırakılmış, "Şubatta gidecek mi, gitmeyecek mi" tartışması sun'i olarak gündeme konulmuş.. Yıldırım cin gibi.. Başarısızlık olursa, "Ben bırakacağımı açıklamıştım" diyecek ve gidecek.. Başarılı bir tablo varsa, bu defa... "Aman başkan.. Biz ettik, sen etme.. Stadı yaptın, başarı da geldi.. En büyük sensin.." çığlıkları ve göz yaşları içinde, bir zamanlar yaptığı gibi gene "Fenerbahçe'ye sağlığım da, canım da feda olsun" diyecek ve... Şartlarını sıralayacak: "Birrr: Ali Şen'in kafası kesile... İkiii: Grup başkanları olan falan, filan, fişmanın kulüple ilgileri kesile.. Üüüç.." Yazın bir tarafa.. Ve bekleyin.. Galatasaraylıların, Godot'yu bekler gibi, Galatasaray'ı kurtaracak bir başkan beklemelerinin tam tersine.. Fenerbahçelilerin de, Godot'nun gitmesini bekleyecekleri bir oyunun son perdesini seyredeceğiz!. Yapılanı kıskanmak ve yıkmak!.. Vestel Manisaspor'da yeniden yapılanmak ve önce Türkiye, sonra Avrupa kulübü haline gelmek için büyük bir proje yapıldı ve takımın başına Mustafa Denizli de getirilerek, önemli bir adım atıldı. Bu adımların arkasının gelmesi beklenirken, yıllardır ellerini ceplerine atıp da, Manisaspor'a beş-on milyar lira bile yardım yapmayan, yapamayan bazı insanlar bir araya geldiler, kazanları kaynatmaya başladılar ve "Manisaspor Manisalılarındır, Manisalıların olarak kalacaktır" popülizminin arkasına sığınarak, yapılanı yıkma kampanyası açtılar!.. Bu kampanyayı da, yönetim kurulunu toptan istifa ettirerek başlattılar!. Manisa'ya sadece sporda ve futbolda değil, Süper Lig'e ve Avrupa'ya açılınca ekonomik olarak da büyük katkı sağlayacak, Manisa'nın adını dünyaya duyuracak ve tanıtacak böyle bir projeye destek vermesi gerekenler, ne yazık ki, tam bir kıskançlık ve hırs sendromu içinde, Vestel'i, Vestel yönetimini ve Ahmet Nazif Zorlu'yu küstürmek ve kaçırmak için el ele verdiler!. Tıpkı, 1980'li yıllarda aynı hamleyi ve projeyi gerçekleştirmek isteyen Asil Nadir'i küstürdükleri ve kaçırdıkları gibi.. Bu hamle o zaman tamamlansa ve başarılı olsa, Manisaspor şimdi nerelerde ve Manisa'nın tanıtımı hangi düzeye taşınmış olurdu; bir düşünelim!. Manisaspor eski başkanlarından ve Asil Nadir'i Manisaspor'a getiren ve 1980'li olayları bire bir yaşayan Ertuğrul Aytaç, bakın bugün olanlar için ne diyor: "Ne yapmak istiyorlar anlamak mümkün değil.. Bugüne kadar Manisaspor'a ne verdiler?. Bundan sonra ne verebilecekler?. Hem bırakmak istemiyorlar, hem de Manisaspor'un önünü kapamak istiyorlar. Parayı Vestel versin, biz yönetelim, onlar işe hiç karışmasınlar mantığının haklı ve doğru yanı var mı? Manisalılar ve özellikle de Manisa Belediye Başkanı Adil Aygül oynanan oyunu iyi analiz etmeli ve Manisaspor'un önünü açacak olan projeye sonuna kadar destek olmalıdırlar. Eğer Manisalılar, güçlü bir kulübe, güçlü bir takıma sahip olmak istiyorlarsa, Türkiye'ye, dünyaya açılmak istiyorlarsa, başlatılan projenin önünü kesmek isteyenleri iyi tanımalı ve onların oyununu bozmalıdırlar. Mustafa Turgat olayı bir bahanedir. Mustafa Denizli'nin ve Ahmet Nazif Zorlu'nun Turgat'ı feda etmeyecekleri bellidir. Onlar, Turgat'ın kellesini isteyerek, Zorlu'nun, Denizli'nin projeden vazgeçmesini sağlamak amacını güdüyorlar, bunu herkes bilsin." İzmir'in Süper Lig'de takımı kalmadı; ümidimiz Vestel Manisaspor'da idi!.. Galiba, bu ümidi de yok etmek için çaba gösterenler var; hayırlısı!.. Garip bir yönetim!.. Evet...Garip, hem de çok garip bir yönetim!.. "Stadı yapacağız" diye göreve gelip de, yolu bile olmayan bir stadı kiralamaktan öteye gidemeyen bir yönetim!. Kiraladıkları statta toplantı yapıp, TV kameralarına poz veren, poz verirken de mahcubiyetten başları öne eğik oturacaklarına, şen, şakrak, gülen, oynayan bir yönetim!. Galatasaray Adası'nı, bin bir güçlükle ama âlâyı vâlâ ile ihale edip,aradan bunca zaman geçtiği halde bir çivi çakılmadığını görenlere, ne diyeceğini şaşıran, ondan da öte dilini yutmuş gibi susan bir yönetim!.. "Kredi aldık, iş tamam..Bunun da bir bölümünü transfere ayıracağız, ayırdık" diyen, ama kredi konusunda bilmem kaçıncı defa gene olmadı, olmuyor sürprizleriyle karşılaşıp, camia önünde güven ve itibar kaybeden bir yönetim!.. Galatasaraylılara, "İnşallah bu kredi işi de, Süren-Cansun ikilisinin TGS skandalına dönmez" dedirten bir yönetim.. "Büyük yıldızlar alacağız" diye göreve gelip, bıraktım büyük yıldızları, yıldız olmaya aday Türk futbolcularını bile, talip olduktan sonra, Beşiktaş'a, Fenerbahçe'ye kaptıran ama bu arada medyaya "Bekleyin, bakın ne bombalar patlatacağız" masallarını söyleyen bir yönetim!.. Taraftarlar, camia ve spor yazarları tarafından biraz ciddi şekilde sıkıştırılınca da, kaş göz işaretleri ile zaman zaman kulaklara fısıldanan imalı cümlelerle, okların Fatih Terim'e çevrilmesine çabalayan bir yönetim.. Birbirini sevmeyen, birbiriyle yıldızları çok zamandır barışmamış, birbirlerinden sıkılan, dost sohbetlerinde bu tabloyu da saklamayan kişilerin olduğu bir yönetim! Ama...Ben bütün bunlara bakarak, "Bir garip yönetim" demiyorum.. Bütün bunlar bir yönetimi garip bir yönetim yapmaz, başarısız bir yönetim yapar!.. "Garip yönetim" dememin sebebi, gerçek anlamında... Yalnız bir yönetim.. ve de yalnız bir Başkan!. İşte bütün mesele burada!.. Lâfı uzatmayalım, ünlü İrlandalı yazar Samuel Beckett (Bilmiyorum hâlâ yaşıyor mu, yaşıyorsa Allah uzun ömür versin) Galatasaray Kulübü'ne üye olsaydı, eminim ki Divan Kurulu'nda kürsüye çıkar ve şöyle derdi: "Arkadaşlar Galatasaray'ın kurtulması için galiba Godot'yu bekliyoruz. Ama inanın ki, Godot'yu, yazarı olan ben bile getiremem!." Nerede, kalemlerinden kan damlayanlar? Size belki de hiç tanımadığınız bir Türk insanını takdim edeceğim..Birkaç gün öncesine kadar ben de hiç ama hiç tanımıyordum..Bir e-mail sonucu, onu sadece yazı üzerinde tanıdım: İstanbul Teknik Üniversitesi'nden matematik mühendisi olarak mezun olduktan sonra, futbol ve spor eğitimi almak için İngiltere'ye gitmiş ve John Moores Üniversitesi'ni bitirerek futbol ve spor bilimcisi unvanını almış. İngiltere'de Wolverhampton College'de mesleki eğitim görerek lise öğretmeni olma hakkını kazanmış ve Almanya'da Bayer ilaç firmasında, Bergisch Gladbach Meslek Yüksek Okulu'nda ve Moers Yetişkinler Koleji'nde İngilizce hocalığı yapmış.Sandwell College'de de bir yıl Ekip Yönetimi meslek eğitimi görmüş.. Ana dili gibi İngilizce ve Almanca biliyor. Futbol eğitiminde aldığı ders programları: Futbol teknikleri, futbol taktikleri, futbol sakatlıkları, korunma ve iyileşme süreçleri, futbol psikolojisi, futbol diyeti, futbol fizyolojisi, futbol performansının bilgisayar ile analiz edilmesi, futbolda holiganizm, futbol tarihi, futbol malzemelerinin (top, ayakkabı,çim ve suni çim, saha vs.) etüdü, spor fizyolojisi, sporda ilaç kullanımı ve doping, spor diyeti, stres fizyolojisi.. Ve bu Türk insanı, futbol antrenörlüğü üzerine üniversite bitirme tezi olarak iki de araştırma yapmış.. Bu tezleri hazırlarken, Everton ve Manchester City takımlarının antrenörleriyle beraber çalışmış.. İngiltere Futbol Federasyonu'ndan antrenörlük lisansı aldığı için Liverpool Hope Üniversitesi futbol takımını da çalıştırmış.. Şimdi Almanya'da yaşıyor..Türk kulüpleri ve Türk sporcularıyla ilgileniyor ve orada basılan bazı gazetelere gençlere yönelik futbol ve spor yazıları yazıyor. Bu Türk insanının adı; Mefkur Ural!.. Bilmem ki, Futbol Federasyonu'nun Almanya Temsilciliği'nde bu evsafta bir insan, bir teknik adam var mı? Neyse, benim yazacağım başka... Bu insan henüz Almanya'da da, İngiltere'de de teknik direktör lisansı alabilmiş değil!. Alması için, o federasyonların yönetmeliklerinde yazan yeni ve üst düzey futbol eğitiminden, kurs ve seminerlerinden geçmesi gerek!. Amma.. Bizde ne oluyor? Dünya Üçüncüsü olan takımın oyuncularına, onca manevi ve maddi ödülden, primden sonra, tam bir şarklı kafa zihniyeti ile tutulup teknik direktör lisansı veriliyor!. Hem onlar kamuoyu önünde harcanıyor, adeta espri ve mizah konusu haline getiriliyor, hem de Türk teknik adamlık eğitimi ve talimatları ayaklar altına alınarak pas pas ediliyor!. İçlerinden bir tanesi de çıkıp "Ben bunu hak etmedim..Talimatlarda yazan eğitimi görür, kurs ve seminerleri geçer ve hakkım olan lisansı o zaman alırım" demiyor!. Bunca teknik adam ve onların meslek kuruluşlarından da tıs yok, tepki yok; yazıklar olsun!.. Ve de, benim için asıl önemli olan noktaya geliyorum: Bir-iki istisna dışında, yazdıklarında mangalda kül bırakmayan, dağları taşları "Kariyer.. bilgi.. kişilik.." diye titreten aslan yazar-çizerlerimden de tık yok!.. Bravo...